8 Kasım 2014 Cumartesi

Peygamberlerin yol gösterdiği hicret ve düsündürdükleri , imandan sonra en faziletli amel statüsü kazandırılmış


Peygamberlerin yol gösterdiği hicret ve düsündürdükleri (1)

Ne zaman Hicrî Yılbaşı olup, Hicretle ilgili bir yazı yazma niyetine girsem Rasulüllah Efendimizin ‘Hicret Yolculuğu’na başlarken yaptığı Dua hatırıma gelir, her günümüzün ‘hicret şuuru’nda geçmesi gerektiğine göre bu Dua ile başlamak isterim yazıya da söze de…
“Ben hiçbir şey değilken beni yaratan Rabbim! Bütün hamdler sanadır. Allah’ım! Dünyanın zorluklarına karşı bana yardım et. Zamanın kötülüklerine ve gecelerin musibetlerine karşı bana yardımcı ol. Ailemi gözet. Bana rızık olarak verdiğin şeyleri bereketli kıl. Beni kendine bağlı kıl. İyi ahlak üzere beni dosdoğru kıl. Beni, kendine sevdir. Beni insanların insafına bırakma. Ey güçsüzlerin Rabbi! Sen benim Rabbimsin. Senin göklerle yeri aydınlatan yüce zatına sığınıyorum. O zatın ki, karanlıklar kendisiyle aydınlanmış, öncekilerle sonrakilerin işi, onun sayesinde düzeltmiştir. Beni gazabına maruz bırakma. Öfkeni üzerime indirme. Nimetinin kaybolmasından, azabının üzerime gelmesinden, afiyetinin üzerimden silinmesinden ve bütün gazaplarından sana sığınırım. Yakarışlarım sanadır. Bana, yapabileceklerimin en hayırlısını yapma gücü ver. Güç ve kuvvet ancak sendendir.”
Hicret denilince, daha çok, müminlerin Mekke’den Medine’ye veya daha önce Habeşistan’a göç etmeleri akla gelir. Bunlar en yaygın şekilde bilinen ve “hicret”in anlamını “mekan değişikliği” ile sınırlayan risalet sürecindeki bazı önemli göç olaylarıdır. Hicretin günümüzde çoğunlukla böyle bilinmesine mukabil, Kur’anımız “hicret” i daha geniş manada kullanmış ve müminler için olmazsa-olmaz şartlar arasında saymıştır. 
Hicret, sözlüklerde “terk etmek”, “ayrılmak”, “ilgi kesmek” anlamlarına gelen bir terimdir. Kur’an’da ise, sözlük anlamı esas olmakla birlikte, bazı kimselerden veya şeylerden farklı veya uzak olmak ve bu farklılığı yahut uzaklığı sürdürmek için bilinçli bir şekilde tavır ve tutum sergilenmek manasına gelmektedir. Bir başka ifade ile, yanlış inanç ve davranışlardan, yanlış inanç ve davranışların sahiplerinden ve bütün bunların hâkim olduğu ortamdan şuurlu bir şekilde uzak duruşu ifade etmektedir. Bu manasıyla her mümin hicret edendir; yani muhacir olandır. Çünkü mümin olabilmek, ancak hicret etmekle mümkün olabilmekte, daha önce değişik sebeplerle mensubu olduğu yanlış inanç ve ortamları terk ederek mümin olabilir. Yanlış inanç ve davranışlardan, mensuplarından, ortamlardan uzak olan durumuna devamlılık kazandırarak müminliğini devam ettirebilir. Bu durumlarla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim, geçmişte yaşamış bazı salih şahsiyetler üzerinden örnekler vermiştir. 
Bunlardan birisi Hz. Yusuf’tur. O, kaldığı evin kadınının ahlaksız teklifine yönelmek yerine, bir müminin yapması gerekeni tercih etmiş ve ahlaksızlığa meyletmektense, zindana girmeyi tercih etmiştir. Gerçekleştirdiği bir hicrettir. Bu hicretiyle, o kötü kadının ahlaksız teklifini kabul ederek İblisi sevindirmek yerine, Rabb’i olan yüce Allah’ın rıza ve övgüsünü tercih etmiştir. 

DEVAMI :


Asıl önemlisi Hz. Yusuf’un, o ahlaksız kadının teklifini, utanmanın veya eğer kabul ederse başına bir iş açma korkusunu etkisiyle değil; Allah’ın yasağını çiğnememek, ahlaksızlık pisliğine bulaşmamak adına reddetmiş olmasıdır. Allah’ın emrine teslim olmak adına bilinçli bir tercih yapmıştır. Bu bilinçli ve kararlı tercihini ise zindan arkadaşlarına şöyle açıklamıştır: “Bilin ki, ben Allah’a inanmayan ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun hayat tarzını terk ettim, o toplumla yolumu ayırdım.” (12 Yusuf 37) 
Hz. İbrahim’in kıssasında, hicretle ilgili önemli açıklamalar ve bütün müminler için ölçü olması gereken önemli örnekler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbrahim ile babası arasında yaşanmıştır. Hz. İbrahim, müşrik babasının “Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” (19 Meryem 46) teklif ve tehdidinin karşısında “Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yöneliyorum” (19 Meryem 48) cevabını verir. Bu baba-evlat ilişkisinin dayanak kılınarak yapılan yanlışa uyma çağrısına karşı verilen ve bilinçli tercihi ifade eden bir cevaptır. Baba-evlat bağının, hakikati terk edip yanlışa yönelmenin gerekçesi olamayacağını ifade eden bir açıklamadır. Buna rağmen hala soy bağı gündeme getirilir ve buna layık davranmamakla suçlanırsa, o bağı da önemsemediğini açıkça ifade eden bir reddiyedir. 
Ayrıca, Hz. İbrahim, şirk inancının hakim olduğu bir toplumda yanlış inancı ve hayat tarzını değiştirip ‘hakikati hakim kılma’ mücadelesinde bir yığın engellerle karşılaşınca; yanlışlıklarını fark etmek ve durumlarını düzeltmek yerine zorbalıklarını devreye sokarak durumlarını sürdüren ve bununla da kalmayıp mevcut inanca ve yapıya uyumlu olma davetleri yapanlara, “Ben Rabbime hicret ediyorum. Bana Rabbime hicret etmek düşer. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir” (29 Ankebut 26) cevabını vermiştir. Bu cevabıyla da Rabbi olan yüce Allah’ın istediği emrettiği gibi olmaya devam edeceğini, hiçbir şekilde bu durumundan bir değişikliğe gitmeyeceğini, hakikat konusunda tavizkâr olmadığını ve olmayacağını ifade etmiştir. Yine aynı şekilde, müşriklerin “bizden ol, bizimle ol” davetlerine karşı yanındaki müminlerle birlikte şu cevabı vermiştir: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan (hayat tarzınızdan) uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramıza, siz sadece tek olan Allah’a iman edinceye kadar devam edecek bir düşmanlık ve nefret belirtmiştir” (60 Mümtehine 4). Burada önemli bir hatırlatma ise, Hz. İbrahim ve yanındaki müminlerin bu cevaplarını vahyi ile bildiren yüce Allah’ın, “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki…” (60 Mümtehine 4) demesidir. Sonuçta, Hz. İbrahim ve yanındaki müminler sadece inanç ve hayat tarzıyla değil, inanç ve hayat tarzları tehdit edildiği, gereği gibi olmaları engellendiği için coğrafi olarak da yanlışlardan ve yanlışın adamlarından uzaklaşarak başka bir yere hicret etmişlerdir. 
Bugünümüze uyarladığımızda, gıybet yapılan ortamı terk etmek, ihtiyaç içinde iken Banka kredisini reddederek faize bulaşmama hassasiyeti göstermek, okullardaki talebelerin namazı geçirmeme endişesi taşıyarak, her türlü olumsuz şartlara, etrafındaki engellere rağmen kendisini seccadeye atmak, harama bulaşmadan düğün/dernek yapmak, vs. Bütün bunları yapanlar Hicret erbabıdır. Alınlarından öpülmeye layıktırlar. Şeytanın en büyük silahlarını geri tepmiş, önüne sürdüğü ‘haram fırsatlar’dan vazgeçmiş Muhacirlik yapmış, Hicret etmiştir.

Peygamberlerin yol gösterdiği hicret ve düşündürdükleri (2)


Kur’an-ı Kerim’in konuyla ilgili olmak üzere anlattığı örneklerden bir diğeri de ‘mağara arkadaşları’ olan ‘yiğit’ gençlerle ilgilidir. Yüce Allah’a iman ettikleri ve bu sebeple  hidayetleri artırılan (18 Kehf, 13) bu ‘yiğit’ gençler, iman ederek müşrik toplumlarının inanç ve hayat tarzlarını terk ettikleri zaman, bir yığın teklif ve tehditle karşılaşırlar. Teklifler tekrar şirk inancına ve şirkin şekillendirdiği hayat tarzına dönmeleriyle ilgilidir. Şayet bunu yapmayacak olurlarsa ‘zorla değiştirilecekler’ veya taşlanarak öldürüleceklerdir. Fakat bir defa inanç ve hayat tarzlarıyla toplumlardaki şirkten ve cahiliyyeden ‘hicret’ eden bu yiğit gençler, hiçbir şekilde sunulan tekliflere meyletmez veya tehditlerden dolayı durumlarında sapmaya sebep olacak bir değişime iltifat etmezler. Allah’ın ‘yiğit’ övgüsüne uygun bir tutum ve davranışla‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına yalvarıp, yakarmayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz’ (18 Kehf, 14) derler. Fakat zorluk ve zorbalıklar artar, sıkıntılar tahammül güçlerini aşar ve işte o zaman anlarlar ki şirkten ve mensuplarından mekan olarak da ayrılmaları gerekmektedir.
RABBİMİZ BİZE RAHMETİNİ YAYSIN
 Bunu, kendi aralarındaki bir konuşmada şöyle dile getirirler: “Madem ki onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştık, o halde mağaraya sığınalım ki, Rabbimiz bize rahmetini yaysın ve işimizde bizim için fayda ve kolaylık sağlasın.” (18 Kehf, 14) İçinde bulundukları olumsuz şartlar sebebiyle, gözlerden uzak bir mağarayı hicret edebilecekleri uygun bir yer olarak görürler ve mağaraya sığınırlar. Allah ise onların‘Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş, bir kurtuluş yolu hazırla!’ (18 Kehf 10) dualarını kabul eder ve onların sadece bir anlık hicretlerini tamama erdirir; o ‘yiğitleri’ müşriklerin her türlü yanlışlarından ve zorbalıklarından kurtarır. Ayrıca bu manada Hicret’siz Peygamber yoktur. Sadece bir kaçından misalle yetinelim. 
“MEN ENÂRÎ İLALLAH”
Denize bırakılan bebek Musa, aslında hayatın hicret olduğunu öğreten Rabbin insanlığa verdiği dersti. İnsanoğlu Hz. İsa, “Men ensârî ilallah: Allah’a giden yolda bana kim yardımcı olur?” (61:14) diye sorarken, aslında “hicretin tozlu yolunda bana kim yol arkadaşı olur?” demeye getiriyordu. Ve sıra insanlık yükünü omuzlamak için yola çıkan büyük muhacirdeydi. Alemlere rahmet olmak için yola çıkarılanda. Peygamberimizin miracını ölümsüzleştiren âyetlerin yer aldığı İsra sûresinde, ilk defa doğduğu topraklardan çıkarılacağı ihbar ediliyordu (17:76). 
Hicret, fert planında “dini yaşayışı arama”, sosyal planda ise, “İslam toplumunu takviye ve dini ikame” etmektir. Çünkü hicret, İslam’ı en nazik ve hareketli noktasından kavramak demektir. Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Zira karanlıktan kaçılmaz, iman nuruyla aydınlanınca, karanlık kendiliğinden kaçardı. Hicret, imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere intikal etmek idi. Allah Rasulü de öyle yaptı. İmkanların tükendiği yerden, imkanları üreteceği yere değerlerini taşıdı. Bu bir başlangıçtı. O sadece Yesrib’i Medine yapmadı. Medine’nin şahsında bir hicret medeniyetinin temellerini inşa etti.
‘PİS ŞEYLERDEN UZAK DUR’ 
Bütün bunlar, risaletin Mekke yıllarında vahiyle bildirilen ve örnek alınması istenen kıssalar ve gereği yerine getirilmesi istenen emirlerdi. İlk âyetlerden itibaren anlatılan ve emredilen ilke ve ölçülerdi. Zaten, risalet süreci de, Rasulullah’ın şahsında, öncelikle şirkin her türlü pisliğinden uzaklaşıp yegane Rabb olan Allah’a iman ile başlamıştı. Müddessir sûresinde, risaletin daha ilk gününde ‘Pis şeylerden uzak dur’ emri ile uygulamaya dönüşmeyen doğru inancın bir kıymet ifade etmediğini bildirdiği gibi, ‘yanlış hayat tarzından uzak durma/hicret etme’ getirdiği de açıklanmıştı. Yine aynı günlerde, vahyolunan bir başka âyette ise şirkin ‘pis’liklerinin hakim olduğu ortamlardan uzak durulması gerektiği bildirilmişti: ‘Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel. O, doğunun da, batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnız O’nun himayesine sığın. Onların (müşriklerin) söylediklerine katlan ve onlardan uygun şekilde ayrıl/uzak dur’ (73 Müzzemmil, 8-10)
MÜ'MİNLER, ŞİRKTEN HİCRET ETTİLER
Mü’minler, Mekke döneminde, iman ve hayat tarzlarıyla, yaşadıkları ortamlarla şirkten, müşriklerden ve şirkin belirlediği hayat tarzlarından ayrılıp, hicret etmişlerdi. İnanç ve hayat tarzıyla hicretlerinin tehlikeye girdiği, zorla, zorbalıkla ayrılıkları yok edilmeye ve tekrar şirke, şirkin belirlediği hayat tarzına dönmeye çağrıldıkları ve zorluklar tahammül güçlerinin aşma noktasına yaklaştığı zaman hicretin bir başka aşamasını da gerçekleştirip Medine’ye göç ettiler. Bunlar da gösteriyordu ki, inanç ve hayat tarzında hicret etmeden fiziksel hicret olmaz. Fiziksel hicret, ilk iki hicretin yeterli olmayıp, ‘pislik’lerden tamamıyla kurtulunamadığı durumda devreye girmesi gereken bir aşamayı temsil etmektedir. Esasen, coğrafi göç biçiminde gerçekleşen hicret, bir yeniden yapılanmadan, olumsuz şartların hakim olduğu ortamdan sıyrılıp güç toplama sürecine geçişten başka bir şey değildir. En zor şartlarda Mekke’de yaşayan müminler Medine’ye hicret ederek hem olumsuz şartlardan kurtulmuşlar ve hem de bu arada kötülüğün, şirkin yurdunu fethedecek güç birikimini sağlayıp, sonunda küfrün saltanatını sona erdirmişlerdi. 
‘HİCRET EDİN!’ TALİMATINA UYDULAR
Ancak, Medine’ye hicret örneğinde olduğu gibi, mü’minlerin bu tür durumlarda hicret edip-etmeme hakları yoktur. Orada bireysel kararlar terk edilir ve verilen toplu karara uyulur. Zira, hicret edip mekan ayrılığını gerçekleştirmemek, inanç ve hayat tarzıyla ayrılığı gerçekleştirmemiş olmak veya gerçekleştirilen ayrılığın iptaline razı olmak anlamlarına gelir. Bu sebeple Müslümanlar Rasulullah (s.a.v.)’ın ‘hicret edin!’ talimatına tereddüt etmeden uydular; hatta çocuklarını, eşlerini ve mal varlıklarını Mekke’de bırakarak hicret ettiler. Böylesi bir durumda bireysel tercihlerde bulunmak ve hicret etmemeye açık kapı bırakmak hicretin amacıyla; imanla çelişirdi. Madem ki fiziksel hicretin gereklerinden birisi ve en önemlisi imanı gerektirdiği hayat tarzını korumaktır, o halde fiziksel hicret gerektiği zaman bu gerçekleştirilir. Hicrette mekan değişikliği; diğer bütün özelliklerinin yanı sıra bir güç toplama, teşkilatlanıp bütünleşme gayesine de sahip olduğu için, müminlerin fiziksel hicret gerektiği zaman bunun gereğine uymama hakları yoktur. Bütün müminler inşa edilecek ekonomik, siyasal, askeri, toplumsal güce katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu ‘Ben Müslümanım’ demenin getirdiği bir sorumluluktur. Bunu yapanlar doğruyu yapanlardır. 
MÜSLÜMANLAR MÜESSESELEŞMELİ
Günümüz Müslümanlarının zamanlarına uygun olarak müesseseleşmemeleri ve organizasyonlarını kurmamaları, çağı yakalayamamalarına mal olmaktadır. Onun için müesseseleşmeleri, kültürlerini yaşatacak organizasyonlara sahip olmaları gerekir. Rasulullah Efendimiz, Hicretle müminleri namaza çağırma problemini bir çağrı müessesesi olan ezanla hallederken, kimsesizler için önceleri ilk sosyal güvenlik, bilahare eğitim organizasyonu durumuna getirdiği Suffe ile bu organizasyonu başlatmıştı. Hicret sonu Kuba ve Medine’de ilk inşa edilen binaların mescitler oluşu bu açıdan ayrıca dikkate değer olmalıdır. Zira mescitler, Allah’ın kanalına yeniden bağlanma, İslami zihniyetin neşvü-nema bulduğu yerler olarak kurulmuştu. Bu kurumlar İlahi tebliğ yerleri olarak fonksiyonlarını icra etmişlerdir.  Mali sıkıntı içinde olanlara, önceleri ihtiyari olarak başlatılan yardımların bilahare zekat-öşür olarak müesseseleştirilmesi de yine dikkat çekicidir. 
HİCRET, İMANDAN SONRA EN FAZİLETLİ AMEL
Hicret İslâmî yaşayışı arama, umûmî plânda; dini takviye ve kurtarma gibi iki mühim hakikat bulunduğu için şiddetle farz kılınarak, son derece övülerek değer ve muhteva kazandırılmış bir mefhum, imandan sonra en faziletli amel statüsü kazandırılmış;
Hıra günlerinde kalpte gerçekleşenin, hayata dönüşmesiydi hicret. O halde bunun manası, iç dünyalarındaki hicreti yaşayamayan ve gerçekleştiremeyenler, yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler demekti. Peygamberimizin, “Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!” uyarısı, bizler için ikaz levhasıdır. Bu anlamda hicret, dünyevileşmenin önündeki en büyük engel olup bugünün insanının en büyük hastalığına da çaredir. Muhacir misafirdi çünkü.  Çağın, tarihin, çevrenin modern zindanından tahliye bekliyor insanlık. Modern birey de beraatini ancak derununda yapacağı derinliğine bir hicretle alacaktır. Bunu da kendi Mekke-Medine hattında gerçekleştireceği hicretle yapacaktır. 
“ALLAH'IN YASAKLADIKLARINI TERK ETMEKTİR”
Kısaca Hicret;  Allah’ın yasakladıklarını terk etmektir. “Ummana uzman olunmaz” diye bir söz vardır. “Hicret” de çok yönlü incelenip kafa yorulması gereken İslam tarihinde ayrı bir yeri olan, medeniyetimizin takvimi olarak kabul edilmesinin vesilesidir. Şimdi bir hicret seferberliği olmalı. Önce, Kur’an’ın “Aranızda hayra çağıran, iyi doğru ve güzeli emredip kötü, yanlış ve çirkinden sakındıran bir topluluk bulunsun” dediği o Ümmetiz biz. Bu Ümmet, üzerindeki sorumluluğu idrak edip hicret şuuruna erdiği gün, değil Mü’minler, insanlık kurtulacaktır. 

YENİAKİT / Yaşar Değirmenci


Hz. Adem Kıssası ve Düşündürdükleri

Kur’an-ı Kerim iniş süreci içinde Mekke dönemi boyunca, anlatım yöntemi olarak kıssayı sürekli kullanmıştır. Kıssaları kullanmaya gerekçe olarak ta peygamberin (as) kalbinin sağlamlaştırılması ve akıl sahibi olan müminlere öğüt ve ibret olması gösterilmiştir. (1) Bu anlatılan kıssalar içinde Hz. Adem ve yaratılış kıssasının önemli bir yeri vardır. Bu kıssa Bakara, A’raf, Hicr, İsra, Taha ve Sa’d surelerinde değişik açılardan anlatılmıştır. Yine bu kıssanın ana şahsiyetlerini oluşturan insan, melek ve iblis hakkında Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde bilgi bulmak mümkündür.

Hz. Adem ve yaratılış kıssasıyla insanoğlunun yeryüzüne geliş serüveni anlatılır. Bu kıssa vasıtasıyla, bizlere sayısız müjde, uyarı ve haber iletilir. Biz burada önce bu kıssayı Kur’an’daki değişik anlatımlarını birleştirerek ortaya koymaya çalışacağız. Daha sonra da bu kıssadan çıkarılabilecek sonuçlardan bir kısmını sunacağız.

b. Kur’an-ı Kerim’e Göre Adem (a)
Allahu Teala topraktan bir insan yaratıp ona ruhundan üfleyeceğini meleklerine haber verir. Ve yaratılışı tamamlanınca da meleklerden ona secde etmelerini isteyecektir. Meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ deyine, melekler: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni hamd ile teşbih ediyor ve takdis ediyoruz! dediler. Allah da: ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ dedi ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: ‘Haydi gerçekten doğrulardansanız şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi. Melekler buna karşılık olarak: ‘Sen yücesin, bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Yüce ve hakim olan sensin dediler. Allah Adem’e isimleri meleklerin yanında haber vermesini istedi. Adem isimleri haber verince Allah: ‘Demedim mi ben göklerin ve yerlerin gaybını bilirim. Sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilirim! dedi. (2)

Bundan sonra Allah meleklere Adem’e secde etmelerini emretti. Meleklerin hepsi secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi, büyüklendi, yüz çevirdi ve kafirlerden oldu. Allah: ‘Ey İblis, sana ne oluyor da secde etmiyorsun, nedir bu hal? deyince, İblis: ‘Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. Ben hiç o topraktan yarattığına secde eder miyim?’ dedi. (3) Bunun üzerine Allah: ‘Çık oradan. Artık sen lanetlendin. Ceza gününe kadar lanetim üzerindedir. Orada büyüklenip durmak sana düşmez, defol artık sen aşağılıklardansın’ buyurdu. İblis Allah’tan insanların yeniden diriltilecekleri kıyamet gününe kadar süre istedi. Allah da ona istediği süreyi verdiğini söyledi. (4) Bu aşamadan sonra İblis kendisine verilen sürede neler yapacağını anlatmaya başladı: ‘Beni azdırdığın için ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üzerine pusu kuracağım. Sonra da onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım. İhlaslı (samimi) kulların hariç onların hepsini senin yolundan ayıracağım. Onun soyunu buyruğum altına alacağım’ dedi. Allah İblis’in bu sözlerinin doğru olduğunu ve kendisinin de ancak doğruyu söylediğini belirterek, halis kullara karşı onun hiç bir gücü olmadığını ve “bu yolun korunmasını kendi üzerine aldığını söyler ve İblis’e ancak azgın kimselerin uyacağını ve sonunda onunla ve ona uyanlarla Cehennemi dolduracağını” söyler. (5) Ve İblis’e şöyle hitap eder: ‘Onlardan gücünün yettiğini sesinle (çığlığınla) yerinden oynat, atlıların ve yayalarınla haykırarak yürü, yaygara kopart, mallarında ve evlatlarında onlara ortak ol, onlara vaadlerde bulun -Ancak Şeytan aldatmadan başka bir şey va’detmez-. Gerçekten benim Mü’min kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.’ (6)

Allah ile İblis arasındaki bu konuşmadan sonra Allah Adem’e İblis’in kendisi ve eşi için düşman olduğunu ve kendilerini cennetten çıkarmaya çalışacağını ve eğer cennetten çıkarsa yorulacağını söyler. Ve Allah Adem’e şöyle söyler: ‘Sen ve eşin cennette yerleşin, orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin için. Burada acıkmak ve açıkta kalmak yoktur. Susamak ve güneşten etkilenmek de yoktur. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaca yaklaşırsanız zalimlerden olursunuz.’ (7)

İblis lanetlenip de Adem ve eşi de cennete yerleştirildikten sonra İblis Adem ve eşini cennetten çıkarmak için fırsatlar kollamaya başlar. Ve onlardan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için Adem ve eşine fısıldayarak: ‘Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesinin sebebi sadece sizin melek olmanız/yok olmayacak bir hakimiyete sahip olmanız ve ebedi olarak yaşamanıza engel olmak içindir. Yemin ediyorum, tek amacım size öğüt vermek (iyiliğinizi istemektir’ dedi. Bunun üzerine Adem ve eşi yasak ağaçtan yediler ve ağaçtan yiyince de çirkin yerleri kendilerine gözüktü. Üstlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. (8)

Böylece İblis onları aldatarak aşağı sarkıttı (onları önceki mevkilerinden indirdi), ayaklarını kaydırdı ve içinde bulundukları cennetten çıkardı. Adem Rabbinin buyruğuna karşı geldi, yolunu şaşırdı. Allah onu azimli bulmadı. (9)

Allah: ‘Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi? Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır demedim mi?’ buyurdu. Adem ve eşi: ‘Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen gerçekten ziyana uğrayanlardan oluruz’ dediler. Allah onların hepsine birden seslenerek: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinme vardır. Orada yaşayacak, orada ölecek ve yine oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız’ buyurdu. (10)

Adem Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Allah’a tevbe etti. Allah da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz o tevbeyi çok kabul edendir ve çok bağışlayandır (et-Tevvabu’r-Rahim). (11)

Allahu Teala bu kıssanın anlatımını şu ifadelerle bitirir:

Artık benden bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime tabi olursa o sapmaz ve sıkıntıya düşmez. ANCAK kim de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Ve kıyamet günü onu kör olarak kaldırırız. O Allah’ım ben daha önce gören biriyken şimdi niçin beni kör olarak hasrettin deyince, Allah: ‘Sana da bizim ayetlerimiz geldiğinde sen onları unutmuş ve görmezlikten gelmiştin. Bu böyledir, bugün de sen böyle unutulursun’ buyurur. (12), (13)

c. Hz. Adem Kıssasından Çıkarılabilecek Dersler
1. Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmiştir. Bunlar; teslimiyet örneği melekler, kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar eden nankörlük örneği İblis ve iyilik ve kötülüğe yönelme hissini içinde barındıran ve iki yöne de gidebilme gücüne sahip olan insan. (14) İnsan bu haliyle hem meleklerle ve hem de İblisle aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır. Yani hem meleklerden de yüce ve hem de İblisten de aşağılık olabilir. (15)

2. İnsanın dünyadaki hayatı tesadüfen başlamamıştır. Onu Allah yaratmış ve yaratılışını da belli ölçüler içinde ve kainatın işleyişiyle uyumlu bir şekilde yapmıştır.
3. İnsan kainatta üstün, eşsiz bir varlık olarak yaratılmış, bu eşsiz ve üstün konumuyla uyumlu bir görevle görevlendirilmiştir. Onun dünyadaki sıfatı ‘halife’dir. Halife, başkasının yerine geçmek anlamına gelmektedir. İnsan ya yeryüzüne ya da başka toplulukların yerine varis kılınmıştır. (16) İnsan dünyada kendi başına buyruk olarak yaratılmamıştır. İnsan Allah’ın ölçülerini unutmamalı, halife olduğunu unutup, kendini hakim zannetmemelidir. Eğer haddini aşıp böyle bir iddiada bulunursa kafir, zalim ve fasıklardan olacaktır. (17)
4. Allah Adem’e isimleri öğreterek eşya hakkında temel bilgiyi vermiştir. İnsana bilgi ve yetki (irade) birlikte verilmiş ve ondan bazı isteklerde bulunulmuştur. O hilafetini bu verilen bilgi ve yetkiyle sürdürecektir. Hilafeti adalet sınırları içinde olmalı, hevasına uymamalı ve Allah’a teslim olması gerektiğini unutmamalıdır. (18)
5. İnsan fıtri olarak haya duygusuna sahiptir. Hayasız insanlar fıtratları bozulmuş, insanlıktan uzaklaşmış kimselerdir.
6. Fıtratı bozulmamış insanlar kötülüğü kolay kolay kabul etmezler. İblis insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu kandırabilir.
7. İnsan iblisin kendisini kandırmak için daima güzel sözlerle/sıfatlarla geleceğini unutmamalı, Allah tarafından yasaklanan şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışmamalı, onlara karşı hürmetsizlik etmemelidir.
8. İnsanda bulunduğu mevkiden daha üstün konuma geçme arzusu vardır. Bazen insan bunun için haramları da çiğneyebilir. İblis Adem ve eşini üstün bir mevki göstererek ve buna inandırarak kandırmış, yasağı çiğnemelerini sağlamıştır.
9. İnsan sapmamak ve sıkıntıya uğramamak için Allah’ın hidayetine tabi’ olmalıdır. O daima bu hidayete muhtaçtır ve Allah da hiç bir zaman onu bu hidayetten yoksun bırakmayacaktır.
10. İnsan hata yapınca/haram sınırını aşınca daima karşısında Allah’ı bulacaktır. Ve sonunda da O’na hesap vermek zorunda kalacaktır.
11. İnsanın önünde iki yol vardır; birisi İblisin (itaatten çıkma, nasihat kabul etmeme ve Allah’a karşı isyan yolunda ısrarla devam etme) yolu, diğeri de Adem’in (itaat ve yanıldığı zaman hatasında ısrar etmeyerek dönme, tevbe etme) yolu. Allah da günahında ısrar etmeyen, günahını kabul edip vazgeçen kullara karşı çok bağışlayandır. İnsana yakışan hatasında ısrar değil, tevbedir.
12. Adem ve eşi cennetteyken Allah tarafından denenmiş ve eğilimleri ortaya çıkmıştır. Dünyada da benzer bir imtihan vardır. Her iki imtihanda da Allah’ın sınırsız mubah alanı ve çok az haram alanı vardır. Mubah alan insanın tüm ihtiyaçlarını sonuna kadar karşılamaya yeterlidir. Bundan dolayı haram sınırını aşan kimselerin kendilerini savunabilecekleri hiç bir gerekçeleri olamaz. Tek yapmaları gereken Adem gibi hatasını kabul edip tevbe etmektir.
13. İnsan İblis’in kendisine düşman olduğunu ve daima kendisinin felaketini istediğini unutmamalıdır. İblis’in (ve adamlarının) tuzağına düşerek günah işlemesi, onun İblis tarafından zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam ettikçe hareket yönü alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe etmemek ve İblis’in süslediği hayallere dalmak zaafın ve alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli ve güçlü (aziz) olabilmesi için, el-Aziz olan Allah’a dayanması ve O’na teslim olması, İblis’ten (Allah’ın yasaklarından) uzak durması gerekir.
14. Allah, yasak sınırını aşan Adem ve eşini affetmiş dünya imtihanını günahsız olarak başlatmıştır. Tüm insanlar da dünyaya günahsız olarak gelecekler, dünya hayatları boyunca sayısız imtihanlar geçireceklerdir.
15. İblis Allah’a inanmakta, O’nun sıfatlarını bilmektedir, Ancak Allah’a itaat etmeyip, büyüklenen ve yüz çeviren biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lanetlenmiştir. İnsanlardan da kim büyüklük taslar, Allah’ın emirlerinden yüz çevirirse Allah’ı tamsa ve O’na inandığını söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve laneti hak edecektir. Yüz çeviren, büyüklenen ve Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar İblis ile birlikte cehennem halkı olarak orayı dolduracaklardır.
16. İblis ve onun taraftarları ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar Allah’ın halis kullarını saptıramayacaklardır. İblis sadece davette bulunacak, sapıklık yolunu tercih edenleri ortaya çıkaracaktır. (19) O ve adamları insanları isyana ve kötülüğe çağırırken ve onlar iyiliklere engel olmaya çalışırlarken, (20) Allah’ın halis (salih) kulları da insanları Allah’ın doğru yoluna çağıracak, İblis ve adamlarının hilelerine karşı insanları uyaracaklardır. Böylece İblis’in yoluna koşanların hiç bir mazeretleri kalmayacaktır. (21)
17. Allah, halis kullarını meleklerle de destekleyecektir. Melekler muhafızlık yaparak, haber (vahy) getirerek, mü’minleri müjdeleyerek, cihadda mü’minlerle birlikte yer alarak ve onlar için Allah’a dua ederek mü’minleri destekleyeceklerdir. (22)
18. Melekler Allah’ın kızları değil, Allah’a tamamen teslim olmuş, Allah’ı hamd iie teşbih eden kullardır.
19. Bu kıssaya göre; “ilk saptırılan kimse kadındır veya erkektir” denilemez. Kadın ve erkek (Adem ve eşi) yasağı birlikte çiğnemişlerdir.
20. Kur’an’ın anlattığı Adem (as) ve yaratılış kıssasına göre kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı iddia edilemez. Kadın ve erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. (23)
21. Allah’ın başlangıçta insan için uygun gördüğü yer cennettir. İnsan Allah’ın hidayetine uyar ve hatalarında ısrar etmeyip tevbe yolunu seçerse yine cennete dönecektir. Ancak bu defa kazanarak, yani dünyada iken şeytanın yolunu reddedip onların tüm çabalarını boşa çıkarmanın bir mükafatı olarak cennete girecektir. (24)
22. İblis ve adamlarına karşı mücadele ciddi ve sürekli bir iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri (Allah’ın yasaklarını çiğnemek) yerine Allah’a şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın alçaltmasından kurtulmuş olacaklardır.
İnsan sürekli olarak şeytani hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır. İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar değil, tevbedir.

Bu konuyu rahmetli Seyyid Kutup’un şu sözleriyle bitirelim:
“Uzun ve çetin savaşın ağırlığını şeytan ve yardımcılarına yöneltmek gerekiyor. Esasen heves ve şehvet duygularıyla şeytana uyup, bilerek veya bilmeyerek kendini ilah yerine koyanlarla ve bunların meydana getirdiği şer kuvvetlerle uğraşmaya ve savaşmaya koyulan müslüman ayrı düşmanlarla değil, tek bir düşmanla ciddi ve çetin bir savaşa giriştiğini bilmelidir. Müslüman bu savaşı, sinsi programını yürüten eski ve inatçı düşmana karşı verdiğini bilir. Bu sebeple cihad kıyamet gününe kadar her yönüyle devam edecektir.” (25)

Dipnotlar:
1. Kur’an-ı Kerim. 11/120-12/111; 7/176.
2. Kur’an-ı Kerim, 6/57- 18/13- 20/99; 40/78; 4/164.
3. Kur’an-ı Kerim, 2/34; 38/73-76; 15/32-33.
4. Kur’an-ı Kerim, 15/34; 38/77; 7/13.
5. Kur’an-ı Kerim, 17/62: 7/16-17; 15/39-43; 38/82-85.
6. Kur’an-ı Kerim. 17/64-65.
7. Kur’an-ı Kerim, 2/35; 20/117-119.
8. Kur’an-ı Kerim, 7/20-2; 20/120.
9. Kur’an-ı Kerim, 2/36; 7/22; 20/115, 121.
10. Kur’an-ı Kerim, 7/22-25; 2/36.
11. Kur’an-ı Kerim, 2/37.
12. Kur’an-ı Kerim, 20/123-126.
13. Kur’an-ı Kerim’de Adem Kıssasının anlatıldığı ayetler: 2/30-39; 7/11-25; 15/20-43; 17/61-65; 18/50; 20/115-126; 38/71-85.
14. Kur’an-ı Kerim, 76/2-3:89/8.
15. Kur’an-ı Kerim, 94/4-5.
16. Kur’an-ı Kerim, 6/165; 7/69 vd.
17. Kur’an-ı Kerim, 5/44, 45, 47.
18. Kur’an-ı Kerim, 2/30; 35/20.
19. Kur’an-ı Kerim, 34/20, 21.
20. Kur’an-ı Kerim, 7/27; 9/67-68.
21. Kur’an-ı Kerim, 3/110; 22/41; 11/116-117:67/8-11.
22. Kur’an-ı Kerim, 35/37; 3/39, 42, 45, 124. 125; 8/9, 12; 16/32; 42/5; 66/4; 33/43. 56.
23. Kur’an-ı Kerim, 55/14; 6/2; 23/12; 32/7; 37/11.
24. Kur’an-ı Kerim, 7/43; 24/38; 31/8; 32/19; 16/32.
25. Kutup, Seyyid: Fi Zilali’l-Kur’an. C. 6, s. 50. Hikmet Yay., İst. 1980.

Adnan Adıgüzel / Kuran Çalışmaları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder