Hazreti Ali (ra) 598 yılında Mekke’de Kabe’nin içinde doğmuştur.
Peygamberimiz (sav)’in amcası Ebu Talibin oğlu olan Ali’yi doğduğunda kucağına alıp bizzat evine kadar götürmüştür. O yıllarda Peygamber(sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu.
Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (1.BÖLÜM)
Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (2.BÖLÜM)
Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (3.BÖLÜM)
Hazreti
Ali’(ra)ye “Ali” isminide Hazreti Muhammed(sav) vermiştir. Annesi Fatıma Binti
Esed, Peygamberimiz(sav)’in dedesinin kardeşinin kızıdır.
Peygamberimiz(sav)de
kendisine “anneciğim” diye hitab ederdi. Babası Peygamberimiz(sav)i yetim ve
öksüz kaldığında yanına alıp 43 yıl himayesinde bulunduran amcası Ebu
Talib’tir. Mekke’de kuraklık baş gösterip Ebu Talib’in çocuklarını bakamaz hale
getirince Peygamberimiz(sav)in diğer amcalarından Abbas, Ali’nin kardeşi
Cafer’i Hazreti Muhammed(sav) de Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar.
Hazreti Ali(ra) o günleri şöyle anlatır; “Çocuktum henüz, o beni bağrına basar,
yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de
her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim;
o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira
Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni
omuzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı.
Hazreti Ali(ra) Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.
Peygamberimiz(sav)’i Hazreti Hatice ile namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne?”
dedi. Peygamberimiz(sav)de; -Ya Ali bu Allah’ın seçtiği beğendiği dinidir, ben
seni bir olan Alllah’a inanmaya davet ediyorum, dedi Ali; “Ben bu hususta
babama danışayım” deyince Peygamber(sav) “Ya Ali sana söylediğimi yaparsan yap
yapmayacak olursan gördüğünü kimseye söyleme” dedi. Bütün gece uyuyamayan Ali
sabah vaktinde Hazreti Muhammed(sav)in yanına varır. Dünkü davetini kabul etim
şahadet getirip namaz kılmak istiyorum” der Hazreti Muhammed(sav); -Babana
danıştın mı? diye sorar.
Hz. Ali; -Hayır Allah beni yaratırken babama
danışmadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorup danışayım? diye cevap
veren10 yaşlarındaki bu çocuk Nur çocuk islam defterinin bir numarası olmuştur.
İlmin kapısı olan Hazreti Ali(ra); “Yemin ederimki ben Kur’an-ı Kerim’den inen
her ayetin nerede indiğini neye ve kime dair olduğunu bilirim” diyerek ilminin
erişilmezliğini ortaya koymuştur.
Gayb alemi açılsa her şeyi görsem yakinim
artmayacak diyebilecek kadarda iman yüklü idi. Peygamberimiz(sav) kendisine çok
güvenirdi Hazreti Ali(ra)’yle kabeye gizlice girip putları yere düşürüp
kırmışlardır. Peygamberimiz(sav) kendisini çok küçük yaşta olmasına rağmen
Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Gitmekte tereddüt eden Hazreti Ali’ye Allah
senin kalbine doğruyu gösterecek dilini doğurlukta sabit kılacak davalılar
önünda oturduklarında her ikisinide dinlemeden hüküm verme diye nasihatta
bulunmuştur.
Hazreti Ali(ra) “Vallahi bundan sonra hiç tereddüde
düşmedim.”diyor. Peygamber(sav) efendimiz hicret ettiği gece canını ortaya
koyup O’nun yatağına yatmış ve bu fedakarlığından dolayı “İnsanlardan öylesi de
vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.”
(Bakara/207)ayeti kerimesi nazil olmuştur.
Peygamberimiz(sav) emniyetli bir
şekilde Mekke’den uzaklaşınca, İslâm Peygamberi(sav)’ne emanet edilen çeşitli
emanetleri sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in kızı Fatma’yı
başka iki kadınla birlikte alıp Medine’ye doğru hareket etmiştir. 450 km lik
sarp yolları zorluklarla aşarak Medine’ye vardıklarında Hazreti Muhammed(sav)
kendilerini karşıladı, hallerini görünce boynuna sarıldı, ağladı, bağrına
bastı. Hayber’de yetmiş kişinin yerden zorla kaldırabildiği kapıyı omuzlayıp
kar makinası gibi yolları açarak zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır.
Hazreti Ali namazı öyle kılardı ki vücuduna batan bir oku namaz kılma esnasında
çıkarmışlar hiç acı duymamıştır. Canın yanmadı mı? diye soranlarada “Kuşu
kafesten salıverdikten sonra kafesi parçalayacak olsanız kuşun bundan haberi
olurmu?“diye cevap vermiştir. Orta boylu, buğday renkli, ak ve uzun sık sakallı
idi, yüzü çok güzeldi, gözleri genişti, göğsü enli, başı saçsız idi. Son derece
kuvvetli bir hatipti, her nutku belagat şaheseridir. Nahiv ilminin esasları
hazreti Ali tarafından vaz olunmuştur. Halife olmadan önce nasıl yaşıyorsa
halife olduktan sonrada öyle yaşamıştır. Servet sahibi bir adam olmamakla
beraber son derece kerim idi. Harb ederken dahi düşmanlarına acır, haddi
tecavüz etmezdi. Hazreti Ali reyinin isabeti ile meşhurdur. Gecenin
karanlığında mihraba gelir, ibadet eder, düşünürdü. Dünya onu hiç aldatmadı.
Hazreti Osman(ra)’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş Hazreti
Osman(ra) şehit olduğundada oğulları Hasan(ra) ile Hüseyin(ra)’e fena halde
hakaret etmiş, Talha(ra)nın oğlu Muhammed ve Zübeyr(ra)’in oğlu Abdullah’a ağır
sözler söylemiş “siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız”
demiştir 25 yıl birlikte kaldığı Allah Resulü(sav) efendimizden 586 adet Hadisi
şerif rivayet etmiştir. Hazreti Fatıma ev işlerinde çok yoruluyordu, birlikte
Peygamberimiz(sav)’e gidip bir hizmetçi istemişlerdi. Peygamberimiz(sav)’de
kendilerine yatarken 33 Allahuekber ,33 Elhamdülillah, 33 Sübhanallah demeniz
hizmetçiden daha faydalıdır deyip geri göndermiştir. Peygamberimiz(sav)
Medine’de tüm müslümanları birbirleriyle kardeş yapmış Hazreti Ali(ra)’yide
kendine kardeş etmiştir, kızı Fatıma’yıda Hazreti Ali’ye nikahlamış onu damadı
yapmıştır. Tebük seferi hariç Efendimiz(sav) katıldığı tüm seferlere
katılmıştır. Bedir savaşında tek başına 20 Uhud’da 9 kişiyi öldürecek kadar
kuvvetli ve savaşçı idi Cebrail(as)’da Hazreti Ali’nin yiğit ve fedai olduğunu
söylemiştir. Hendek savaşında Amr Bin Abduved’i öldürerek zaferde önemli bir
yeri olmuştur. Hazreti Ali(ra) Sıffin’de zırhını düşürmüştü. Savaştan sonra bir
Hıristiyan’da görünce, “Bu zırh benimdir!” diye dava etmiştir Hıristiyan inkâr
edince Kûfe Kadısı Hazreti Şureyh Hazreti Ali (ra)’den şahit istemiştir.
Şahitlerden biri oğlu Hasan olunca Kadı, “Evladın babası lehine şahitliği
şer’an makbul değildir.” diyerek yeni bir şahit talep etmiştir. Hazreti Ali’nin
Hazreti Ali’ den başka şahidi yoktur deyince dava düşmüştür. Kadı Şureyh’in
hassasiyeti Hazreti Ali(ra)’nin hoşuna gitmiştir. Davalı ise hayretler içinde
kalmıştır Zırhı aldıktan sonra birkaç adım ilerleyip durmuş, sonra geri dönüp,
“Bu mahkemenin verdiği hüküm ancak Peygamber’in hükmü olabilir!” diyerek
Müslüman olmuş, zırhın Hazreti Ali(ra)’ye ait olduğunu söyleyerek geri
vermiştir Hazreti Ali(ra) bu manzara karşısında zırhı geri almayıp bu yeni
Müslüman kardeşine bağışlamış, ona bir de at hediye etmiştir . Hazreti
Muhammed(sav)’in vefatında 33 yaşında olan Hazreti Ali Peygamberimiz(sav)’in
yıkanması ve kefenlenmesi işlemini bizzat kendisi yapmıştır. Hazreti Ali yüzünü
hiç puta dönmeden islamla şereflendiği için “kerremellahu veche” ünvanını
almıştır. Hazreti Muhammed(sav)’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan
Hazreti Ali(ra) fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir
ortamda halife oldu. Hazreti Ali(ra)’nin halife oluş şartları tek kelimeyle
yürek parçalayıcıydı, gerçekten ilginç bir durum vardı. Bir taraftan kimsenin
haksız yere burnunun bile kanamasını istemeyen yeni yönetim; öbür tarafta
Müslümanların emiri, Hazreti Peygamber(sav)’in damadı, dünyada iken cennetle
müjdelenmiş bir cennet insanı. Hazreti Peygamber(sav)in bile haya ve edebine
saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir
halifenin yerde duran kanlı cenazesi… Hazret Ali(ra), 4 yıl 9 ay süren
hilafet’i müddetinde Peygamber(sav)’in siretine uyup, hilafet’e inkılap ve
kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu. Hazreti Ali(ra) çıkan
karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr gibi
İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı bu olay Cemel Vakası adıyla
bilinmektedir. “Cemel Vakası Hazreti Ali(ra) ile Hazreti Talha(ra), Hazreti
Zübeyr(ra) ve Hazreti Aişe-i Sıddika(ra) arasında olan muharebe; adalet-i mahza
ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir: Bu olayları Bediüzzaman Hazretleri şöyle
değerlendiriyor: “Hazreti Ali(ra), adalet-i mahzayı esas edip,Hazreti
Ebubekir(ra)ve Hazreti Ömer(ra) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için
içtihad etmiş. Muarızları ise Hazreti Ebubekir(ra), Hazreti Ömer(ra)
zamanındaki islamın gücü adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat,zamanın
ilerlemesiyle İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye
girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan,
“ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad
ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.
Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve
içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de
ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazreti
Ali(ra)’nin içtihadı isabetli ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba
müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa,
bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.
Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali(ra)’nin başına gelenleri ise şöyle
yorumluyordu. “O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka
vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat
olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki
zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve
Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki
kaldı. Peygamberimiz(sav)’e Cebrail (as) tarafından vahiy yoluyla getirilmiş
olan ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin düzenli okuduğu virdlerden biri olan
tüm tazeliğiyle günümüze kadar ulaşan ilim hazinesi,mahlukat ilimlerinin içinde
toplandığı “celceletüye” Hazreti Ali(ra)’nin manzumei kasidesidir. Üstad
Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da Celcelutiye hakkında bazı malumatlar
vermiştir. Yazımızda onlarada yer vermeyi uygun bulduk. “Celcelutiye’nin esası
ve ruhu olan, ‘El-Kasemü’l-Cami ve Ed-Da’vetü’ş-Şerife ve El-İsmü’l-Azam
(dır.)’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir
şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm
İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: ‘Onlar vahy ile Peygamber(sav)’e nâzil olduğu
vakit Hareti Ali(ra)’ye emretti: Yaz. O da yazdı. Sonra nazmetti.’ İmam-ı
Gazalî (ra) diyor: “…Şüphesiz o, dünya ve ahret hazinelerinden bir hazinedir.”
Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve
gelecekteki işlerden haber veriyor. Hazreti Ali(ra)’ın en meşhur Kaside-i
Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile
te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.” “Celcelutiye, Süryanice bedi’
demektir ve bedi’ manasındadır. Hazreti Ali, Nehrevan Savaşı’nda rakiplerini
ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler’den üç kişi Mekke’de
Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali,
Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman
bin Mulcem, Ali’yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Ramazan ayının
19. günü şafak vakti namaz kılarken zehirli kılıcıyla Hazreti Ali’yi
yaralamıştır. İbni Mülcem yakalanıp huzuruna getirildiğinde, bunun yemeğini
yedirip, istirahatini temin edin. Yaşayacak olursam cezalandırır ya da
affederim. Ölürsem cezasını verin, fakat sakın haddi aşıp Müslümanların kanına
girmeyin. Zira Allah haddi aşanları sevmez!” buyurmuştur Hazreti Ali(ra),
Abdurrahman bin Mulcem’in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: Kabe’nin Rabbine
andolsun ki, kurtuluşa erdim!. “ölümüm aç iken gelsin” diyen Hazreti Ali(ra),
oğullarına “Allah’a kulluktan ayrılmayın dünya size gelsede siz ondan kaçın
daima hakkı söyleyin her işiniz Allah için olsun” diye vasiyet etmiştir. İki
gün evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında
âyeti kerimeler okuyarak âhiret sınırına yaklaşmış, sonunda “Lâ İlâhe illallah
Muhammedun Rasûlullah” diyerek bu dünyadan çekilmiş cennet yurduna adımını
atmıştır. Hazreti Ali(ra)’yi oğulları Hasan ve Hüseyin yıkamışlar namazını
Hasan kıldırmış
Kabri Irak’ın Necef şehrindedir .
Risale-i Nur ve Hz. Ali
Risale-i Nur eserlerini okuyanlar,
bu eserlerde Hz. Ali’ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit
olmuşlardır. Hatta Risale-i Nur’da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali’dir.1 Bu çalışmamızda, Risale-i
Nur’da Hz. Ali’nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle
örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan
ilgisi üzerinde durulacaktır.
Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i
Beyt’in manevi şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali’ye çok ehemmiyet
verir. Bunun en önemli nedeni,
İslam tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur’an ve
İslam’a hizmet metodu ve misyonunun Risale-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş
olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.
Bediüzzaman, hem kendisi hem de
Risale-i Nur ve Risale-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı
Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi manevi bir münasebet görür. Bu
hususta Risale-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan “Sekizinci Şua“,
“On Sekizinci Lem’a“, “Yirmi Sekizinci Lem’a” ile Gavs-ı Azam’ın
Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki “Sekizinci Lem’a“da genişçe izahlar ve
değerlendirmeler yapılmıştır.
Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali’nin
manevi bir evladı, Al-i Beyt’in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi
ile: “Gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir
veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed
Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i
Beyt’ten sayılırım.“2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu
ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3
Bediüzzaman’ın yukarıdaki manayı
teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü’l-İslam İmam-ı
Gazali’den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir
tarzda İmam-ı Ali’den almıştır. “Demek İmam-ı Ali’nin mühim bir şakirdi olan
İmam-ı Gazali’nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane,
tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır.“4
Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi
tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslam tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile
Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, manevi
olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel
Karani nasıl ki, Hz. Peygamber’i görmeden onun dersini talim etmişse,
Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s),Zeynelabidin (r.a.), Hz.
Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali’nin dersini
talim emiştir.5
İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz.
Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve
Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile
aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli
eserinde, Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’un üstadı ve kendisinin de hakaik-i
imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risale-i Nur’a Celcelutiye kasidesinde
rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6
Nur Külliyatı’nda, “Risale-i Nur,
Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olarak” takdim edilir.7 Ayrıca ” Nur Şakirtleri’nin üstadı
İmam-ı Ali olduğu”8 ve
“Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt’in esas olduğu”9 beyan edilir.
Hz. Ali, Risale-i Nur’da, Kur’an-ı
Mucizü’l-Beyan’ın en mühim bir talebesi, Kur’an ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt’in manevi
şahsiyetinin temsilcisi11 olarak
vasıflandırılmıştır.
Risale-i Nur’da; Peygamber
Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali’nin çok musibet ve ithamlara
maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i
zandan kurtarmak için “Ben kimin efendisiysem, Ali
de onun efendisidir.”12mealindeki
hadis-i şerif nakledilir.13
Ayrıca, Nur Külliyatı’nda, Hz.
Peygamber’in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali’nin de içlerinde
bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile “Hamse-i Âl-i Aba”dan
sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali’yi istikbalde çıkacak olan
dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade
edilmektedir.14
Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in
(a.s.m) Hz. Ali’nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e ait
olduğuna, zira Hz. Ali’ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti
temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına
dikkati çeker.15
Risale-i Nur’da, halifeliğin
kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali’nin
kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şayet onları ve
onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle
halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat
olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali’yi, “olduğu gibi görünmeme”, yani “takiyye”
yaptığı şeklinde bir istifhamı içerdiği beyan edilir.16
Hz. Peygamber’in neslinin devam
ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin “Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise
Ali’nin sulbüne koydu” keza, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır” hadis-i
şerifleri nakledilir.17
Bediüzzaman, Fetih Suresi’nin son
ayetinin18 Hz. Ali
ile ilişkisini kurar. Bu ayeti; saltanat ve hilafete tam liyakatle ve
kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve
sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali’nin, (r.a.) gelecekteki
durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar nedeniyle mesul olmadığını,
isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19
İsm-i Azam’ın herkes için bir
olmadığı, örneğin Hz. Ali için İsm-i Azam’ın, “Ferd, Hay, Kayyum,
Hakem, Adl ve Kuddüs” olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz.
Ali’nin ismi geçer.20 Hz.
Ali’nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu
isimlerin genişçe izah edildiği “Esma-i Sitte” Risalesi olarak
bilinen 30. Lem’a’yı telif etmiştir.
Hz. Ali’nin, tahdis-i nimet olarak
ilminin genişliğine ve şümulüne işareten “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar
ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse
sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.” sözüne dikkat çekilir.21
Yine Risale-i Nur’da, Hz. Ali,
esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22
Bediüzzaman’ın vefatından önce
talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda “Kur’an’a hizmetteki
acib ihlası nereden ders aldın?” mealindeki bir soruya cevap sadedinde “iki
noktadan” diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali’nin
ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi
şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için,
namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti
dergah-ı İlahi’den niyaz etmiş.23 Yine
aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslam olarak nitelendirilir.24
Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin çok
önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilafet-i İslamiye’yi
Kur’an’da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş
olan “adalet-i mahza” esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu
istikamette içtihadda bulunmuştur. “Cemel Vakası” olarak tarihe
geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali’nin temsil ettiği “adalet-i mahza” ile
muhaliflerinin temsil ettiği “adalet-i izafiye”nin çatışmasıdır.
Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali’nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini
beyan eder.25
Nur Külliyatı’nın en önemli
risalelerinden olan Uhuvvet Risalesi’nde, Hz. Ali ihlas timsali olarak
tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. “Bir vakit İmam-ı Ali bir kafiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği
zaman, o kafir ona tükürmüş. O, kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir, ona demiş
ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana
tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi.
Onun için seni kesmedim. O kafir ona dedi ‘Beni çabuk kesmen için (maksadım)
seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din
haktır.’ dedi.”26
Bediüzzaman sair İslam alimleri
gibi Hz. Ali için, “Şah-ı Velayet” ve “fütuhat-ı İslamiye’nin pehlivanı”
unvanını kullanır.27
Risale-i Nur ile Hz. Ali
arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman’ın,
dolayısıyla “Nur Talebelerinin” evradları içine girmiş dua metinlerinde
görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla
irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.
a- Celcelutiye: Hz.
Ali’ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali
gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir
kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risale-i Nur ve müellifine olan
işaretleri “Sekizinci Şua” ile “Yirmi Sekizinci Lem’a” da etraflı bir şekilde
anlatılmaktadır.
b- Ercuze: Hz. Ali
tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir
kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslam’ın ilk dönemi, hem de Risale-i
Nur’la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş
malumat “On Sekizinci Lem’a” da yer almaktadır.
c- Sekine: Sükun ve
itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve
sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali’ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı
vahye31 dayanan,
kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duadır. İçerisinde 19 harfli 19
ayet bulunmakta olup, İsm-i Azam’ı da ihtiva ettiği rivayet edilmektedir.
Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32
d- Cevşenü’l Kebir:
Matbu Cevşen’in hemen girişinde bu dua ile ilgili olarak; “Hz. Peygamber’e
(s.a.v.) Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy ile getirdiği ve ‘zırhı çıkar bunu oku.’
dediği gayet yüksek ve çok kıymettar bir münacat-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin‘den
(r.a.) tevatürle rivayet edilmiştir.” notu bulunmaktadır. Bu duanın
Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından hususi olarak Hz. Ali’ye talim edildiği
rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünni ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü’l
Kebir’i Ehl-i Sünnet’e tekrar tanıtır.33Ve Cevşen’i Ehl-i Beyt’in manevi gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi
olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman,
Cevşenü’l Kebir’i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu
beyan etmektedir.35 Gerek
Bediüzzaman’ın hayatında ve gerekse Risale-i Nur’a menşe ve mehaz olması
açısından Cevşen’in yeri ve etkisi büyüktür.36
e- Cifir ve Ebced İlmi:
Bediüzzaman’ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve
cifir ilmidir.37 Hz.
Ali’nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur
Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini
çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risale-i Nur’da, Hz. Ali’ye atfedilen
ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman’ın, küfrü
mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve
beraberliğe çağırma davasında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şii ve Alevi
Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali’nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu
etkili olmuş olabilir.39
Sonuç
Hz Ali’nin Risale-i Nur’a bu
derece alakadarlığı ve Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin gerek şahsının sahip olduğu
yüksek meziyetlerin ve gerekse hilafeti zamanında uyguladığı “adalet-i mahza”
anlayışının çağımız iman ve Kur’an hizmetkarlarına numune-i imtisal olarak
takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu
kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas
sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana öğesini ise “ihlas”
oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celal-cemal, takdir ve
ikazı içinde barındıran bir üslupla, şöyle dile getiriyor:
“Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o
mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i
gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve
himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe
etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı
kırsanız, onların tokadını yersiniz.”40
Hikmet HOCAOĞLU
Dipnotlar
1. Hz. Ebubekir’in 44, Hz. Ömer’in
41, Hz. Osman’ın 17 ayrı yerde ismi geçmesine mukabil H. Ali’nin tam 157 yerde
ismi geçmektedir.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ
Lahikası, s. 261.
3. Abdulkadir Badıllı, Mufassal
Tarihçe-i Hayat, C. I, s. 36.
4. Bediüzzaman Said Nursi,
Lem’alar, s. 327.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ
Lahikası, s. 61.
6. Nursi, a.g.e., s. 200.
7. Nursi, a.g.e., s. 143.
8. Nursi, a.g.e., s. 210.
9. aynı yer.
10. Bediüzzaman Said Nursi,
Lem’alar, s. 424.
11. Nursi, a.g.e., s. 29.
12. Tirmizi, Menakıb:19.
13. Lem’alar, s. 29.
14. a.g.e., s. 97.
15. a.g.e., s. 30.
16. a.g.e., s. 31.
17. a.g.e., s. 335.
18. Fetih Suresi: 29.
19. Lem’alar, s. 37.
20. a.g.e., s. 332.
21. Risale-i Nur Külliyatı, Nesil
Yay., s. 2079.
22. Nursi, Lem’alar, s. 325.
23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s.
218-19. Bu niyazda, İkinci Lem’a’da zikredilen, Hz. Eyyub’un, şahsının çektiği
sıkıntıyı nazara almayıp, şifa için duasını erteleyip ne zaman ki hastalığı
ibadet yapmasına engel olmaya başladı, ellerini açıp “Ya Rab! Zarar bana
dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye dua
etmesindeki incelik ve nükteyi görmek mümkündür.
24. a.g.e., aynı yer.
25. Nursi, Mektubat, s. 50.
26. a.g.e., s. 259.
27. Bediüzzaman Said Nursi,
Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 113.
28. a.g.e., s. 112.
29. Nursi, Lem’alar, s. 325.
30. a.g.e., s. 191.
31. Buradaki vahiy kavramının
Peygamberlere gelen vahiy ile karıştırılmaması gerekir. Zira arada mahiyet ve
derece farkı vardır.
32. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s.
197,336; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 109.
33. Bediüzzaman’ın Ehl-i Sünnet ve
Şia arasındaki birleştirici vasfı burada da kendisini gösterir.
34. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s.
336.
35. aynı yer.
36. Cevşen ile ilgili geniş bilgi
için bkz. Peygamberimizin Cevşen Duası, İttihad Yayınları, İstanbul 1996;
Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neş. İstanbul 1994,
s. 412.
37. Bu ilim ile ilgili olarak Bkz.
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul
1993. C. I, s. 287-88.
38. Badıllı, a.g e., s. 925-995.
39. İbrahim Canan, Alevilik
Sünnilik Meselesi, İstanbul 2002. s. 53. Benzer bir değerlendirme Türk-Kürt
ilişkisi noktasında da yapılabilir. Bediüzzaman’ın Kürt bir coğrafyada dünyaya
gelmesine, zamanın tedris dilinin Arapça olmasına rağmen, eserlerini Türkçe
olarak yazması, hayatının önemli bir kısmının Türkler arasında geçmiş olması ve
kendisine hizmet eden talebelerinin ekserisinin Türk olması ve meşhur bir
siyasetçinin deyimi ile, “Nur Talebelerinin Türk’ü, Türkçü değil; Kürd’ü,
Kürtçü değil” tespitinden de yola çıkarak, Türk-Kürt gerginliğinin giderilmesinde
Risale-i Nur, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada ortak payda oluşturma,
iman kardeşliğini pekiştirme fonksiyonunu icra edecektir.
40. Nursi, Lem’alar, s. 224.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder