26 Kasım 2014 Çarşamba

Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli

Hazreti Ali (ra) 598 yılında Mekke’de Kabe’nin içinde doğmuştur. 

Peygamberimiz (sav)’in amcası Ebu Talibin oğlu olan Ali’yi doğduğunda kucağına alıp bizzat evine kadar götürmüştür. O yıllarda Peygamber(sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu.

Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (1.BÖLÜM)


Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (2.BÖLÜM)



Hz. Ali'nin Hayatı Belgeseli (3.BÖLÜM)


 Hazreti Ali’(ra)ye “Ali” isminide Hazreti Muhammed(sav) vermiştir. Annesi Fatıma Binti Esed, Peygamberimiz(sav)’in dedesinin kardeşinin kızıdır. 

Peygamberimiz(sav)de kendisine “anneciğim” diye hitab ederdi. Babası Peygamberimiz(sav)i yetim ve öksüz kaldığında yanına alıp 43 yıl himayesinde bulunduran amcası Ebu Talib’tir. Mekke’de kuraklık baş gösterip Ebu Talib’in çocuklarını bakamaz hale getirince Peygamberimiz(sav)in diğer amcalarından Abbas, Ali’nin kardeşi Cafer’i Hazreti Muhammed(sav) de Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar. Hazreti Ali(ra) o günleri şöyle anlatır; “Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni omuzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı. Hazreti Ali(ra) Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir. 

Peygamberimiz(sav)’i Hazreti Hatice ile namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne?” dedi. Peygamberimiz(sav)de; -Ya Ali bu Allah’ın seçtiği beğendiği dinidir, ben seni bir olan Alllah’a inanmaya davet ediyorum, dedi Ali; “Ben bu hususta babama danışayım” deyince Peygamber(sav) “Ya Ali sana söylediğimi yaparsan yap yapmayacak olursan gördüğünü kimseye söyleme” dedi. Bütün gece uyuyamayan Ali sabah vaktinde Hazreti Muhammed(sav)in yanına varır. Dünkü davetini kabul etim şahadet getirip namaz kılmak istiyorum” der Hazreti Muhammed(sav); -Babana danıştın mı? diye sorar.

 Hz. Ali; -Hayır Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorup danışayım? diye cevap veren10 yaşlarındaki bu çocuk Nur çocuk islam defterinin bir numarası olmuştur. İlmin kapısı olan Hazreti Ali(ra); “Yemin ederimki ben Kur’an-ı Kerim’den inen her ayetin nerede indiğini neye ve kime dair olduğunu bilirim” diyerek ilminin erişilmezliğini ortaya koymuştur. 

Gayb alemi açılsa her şeyi görsem yakinim artmayacak diyebilecek kadarda iman yüklü idi. Peygamberimiz(sav) kendisine çok güvenirdi Hazreti Ali(ra)’yle kabeye gizlice girip putları yere düşürüp kırmışlardır. Peygamberimiz(sav) kendisini çok küçük yaşta olmasına rağmen Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Gitmekte tereddüt eden Hazreti Ali’ye Allah senin kalbine doğruyu gösterecek dilini doğurlukta sabit kılacak davalılar önünda oturduklarında her ikisinide dinlemeden hüküm verme diye nasihatta bulunmuştur. 

Hazreti Ali(ra) “Vallahi bundan sonra hiç tereddüde düşmedim.”diyor. Peygamber(sav) efendimiz hicret ettiği gece canını ortaya koyup O’nun yatağına yatmış ve bu fedakarlığından dolayı “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.” (Bakara/207)ayeti kerimesi nazil olmuştur. 



Peygamberimiz(sav) emniyetli bir şekilde Mekke’den uzaklaşınca, İslâm Peygamberi(sav)’ne emanet edilen çeşitli emanetleri sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in kızı Fatma’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine’ye doğru hareket etmiştir. 450 km lik sarp yolları zorluklarla aşarak Medine’ye vardıklarında Hazreti Muhammed(sav) kendilerini karşıladı, hallerini görünce boynuna sarıldı, ağladı, bağrına bastı. Hayber’de yetmiş kişinin yerden zorla kaldırabildiği kapıyı omuzlayıp kar makinası gibi yolları açarak zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. Hazreti Ali namazı öyle kılardı ki vücuduna batan bir oku namaz kılma esnasında çıkarmışlar hiç acı duymamıştır. Canın yanmadı mı? diye soranlarada “Kuşu kafesten salıverdikten sonra kafesi parçalayacak olsanız kuşun bundan haberi olurmu?“diye cevap vermiştir. Orta boylu, buğday renkli, ak ve uzun sık sakallı idi, yüzü çok güzeldi, gözleri genişti, göğsü enli, başı saçsız idi. Son derece kuvvetli bir hatipti, her nutku belagat şaheseridir. Nahiv ilminin esasları hazreti Ali tarafından vaz olunmuştur. Halife olmadan önce nasıl yaşıyorsa halife olduktan sonrada öyle yaşamıştır. Servet sahibi bir adam olmamakla beraber son derece kerim idi. Harb ederken dahi düşmanlarına acır, haddi tecavüz etmezdi. Hazreti Ali reyinin isabeti ile meşhurdur. Gecenin karanlığında mihraba gelir, ibadet eder, düşünürdü. Dünya onu hiç aldatmadı. Hazreti Osman(ra)’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş Hazreti Osman(ra) şehit olduğundada oğulları Hasan(ra) ile Hüseyin(ra)’e fena halde hakaret etmiş, Talha(ra)nın oğlu Muhammed ve Zübeyr(ra)’in oğlu Abdullah’a ağır sözler söylemiş “siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız” demiştir 25 yıl birlikte kaldığı Allah Resulü(sav) efendimizden 586 adet Hadisi şerif rivayet etmiştir. Hazreti Fatıma ev işlerinde çok yoruluyordu, birlikte Peygamberimiz(sav)’e gidip bir hizmetçi istemişlerdi. Peygamberimiz(sav)’de kendilerine yatarken 33 Allahuekber ,33 Elhamdülillah, 33 Sübhanallah demeniz hizmetçiden daha faydalıdır deyip geri göndermiştir. Peygamberimiz(sav) Medine’de tüm müslümanları birbirleriyle kardeş yapmış Hazreti Ali(ra)’yide kendine kardeş etmiştir, kızı Fatıma’yıda Hazreti Ali’ye nikahlamış onu damadı yapmıştır. Tebük seferi hariç Efendimiz(sav) katıldığı tüm seferlere katılmıştır. Bedir savaşında tek başına 20 Uhud’da 9 kişiyi öldürecek kadar kuvvetli ve savaşçı idi Cebrail(as)’da Hazreti Ali’nin yiğit ve fedai olduğunu söylemiştir. Hendek savaşında Amr Bin Abduved’i öldürerek zaferde önemli bir yeri olmuştur. Hazreti Ali(ra) Sıffin’de zırhını düşürmüştü. Savaştan sonra bir Hıristiyan’da görünce, “Bu zırh benimdir!” diye dava etmiştir Hıristiyan inkâr edince Kûfe Kadısı Hazreti Şureyh Hazreti Ali (ra)’den şahit istemiştir. Şahitlerden biri oğlu Hasan olunca Kadı, “Evladın babası lehine şahitliği şer’an makbul değildir.” diyerek yeni bir şahit talep etmiştir. Hazreti Ali’nin Hazreti Ali’ den başka şahidi yoktur deyince dava düşmüştür. Kadı Şureyh’in hassasiyeti Hazreti Ali(ra)’nin hoşuna gitmiştir. Davalı ise hayretler içinde kalmıştır Zırhı aldıktan sonra birkaç adım ilerleyip durmuş, sonra geri dönüp, “Bu mahkemenin verdiği hüküm ancak Peygamber’in hükmü olabilir!” diyerek Müslüman olmuş, zırhın Hazreti Ali(ra)’ye ait olduğunu söyleyerek geri vermiştir Hazreti Ali(ra) bu manzara karşısında zırhı geri almayıp bu yeni Müslüman kardeşine bağışlamış, ona bir de at hediye etmiştir . Hazreti Muhammed(sav)’in vefatında 33 yaşında olan Hazreti Ali Peygamberimiz(sav)’in yıkanması ve kefenlenmesi işlemini bizzat kendisi yapmıştır. Hazreti Ali yüzünü hiç puta dönmeden islamla şereflendiği için “kerremellahu veche” ünvanını almıştır. Hazreti Muhammed(sav)’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan Hazreti Ali(ra) fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hazreti Ali(ra)’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı, gerçekten ilginç bir durum vardı. Bir taraftan kimsenin haksız yere burnunun bile kanamasını istemeyen yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hazreti Peygamber(sav)’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı. Hazreti Peygamber(sav)in bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi… Hazret Ali(ra), 4 yıl 9 ay süren hilafet’i müddetinde Peygamber(sav)’in siretine uyup, hilafet’e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu. Hazreti Ali(ra) çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr gibi İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı bu olay Cemel Vakası adıyla bilinmektedir. “Cemel Vakası Hazreti Ali(ra) ile Hazreti Talha(ra), Hazreti Zübeyr(ra) ve Hazreti Aişe-i Sıddika(ra) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir: Bu olayları Bediüzzaman Hazretleri şöyle değerlendiriyor: “Hazreti Ali(ra), adalet-i mahzayı esas edip,Hazreti Ebubekir(ra)ve Hazreti Ömer(ra) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise Hazreti Ebubekir(ra), Hazreti Ömer(ra) zamanındaki islamın gücü adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat,zamanın ilerlemesiyle İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazreti Ali(ra)’nin içtihadı isabetli ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur. Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali(ra)’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu. “O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı. Peygamberimiz(sav)’e Cebrail (as) tarafından vahiy yoluyla getirilmiş olan ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin düzenli okuduğu virdlerden biri olan tüm tazeliğiyle günümüze kadar ulaşan ilim hazinesi,mahlukat ilimlerinin içinde toplandığı “celceletüye” Hazreti Ali(ra)’nin manzumei kasidesidir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da Celcelutiye hakkında bazı malumatlar vermiştir. Yazımızda onlarada yer vermeyi uygun bulduk. “Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan, ‘El-Kasemü’l-Cami ve Ed-Da’vetü’ş-Şerife ve El-İsmü’l-Azam (dır.)’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: ‘Onlar vahy ile Peygamber(sav)’e nâzil olduğu vakit Hareti Ali(ra)’ye emretti: Yaz. O da yazdı. Sonra nazmetti.’ İmam-ı Gazalî (ra) diyor: “…Şüphesiz o, dünya ve ahret hazinelerinden bir hazinedir.” Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gelecekteki işlerden haber veriyor. Hazreti Ali(ra)’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.” “Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır. Hazreti Ali, Nehrevan Savaşı’nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler’den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Ali’yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Ramazan ayının 19. günü şafak vakti namaz kılarken zehirli kılıcıyla Hazreti Ali’yi yaralamıştır. İbni Mülcem yakalanıp huzuruna getirildiğinde, bunun yemeğini yedirip, istirahatini temin edin. Yaşayacak olursam cezalandırır ya da affederim. Ölürsem cezasını verin, fakat sakın haddi aşıp Müslümanların kanına girmeyin. Zira Allah haddi aşanları sevmez!” buyurmuştur Hazreti Ali(ra), Abdurrahman bin Mulcem’in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: Kabe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!. “ölümüm aç iken gelsin” diyen Hazreti Ali(ra), oğullarına “Allah’a kulluktan ayrılmayın dünya size gelsede siz ondan kaçın daima hakkı söyleyin her işiniz Allah için olsun” diye vasiyet etmiştir. İki gün evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında âyeti kerimeler okuyarak âhiret sınırına yaklaşmış, sonunda “Lâ İlâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyerek bu dünyadan çekilmiş cennet yurduna adımını atmıştır. Hazreti Ali(ra)’yi oğulları Hasan ve Hüseyin yıkamışlar namazını Hasan kıldırmış 

Kabri Irak’ın Necef şehrindedir .


Risale-i Nur ve Hz. Ali
Risale-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali’ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risale-i Nur’da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali’dir.1 Bu çalışmamızda, Risale-i Nur’da Hz. Ali’nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan ilgisi üzerinde durulacaktır.
Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt’in manevi şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali’ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli nedeni, İslam tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur’an ve İslam’a hizmet metodu ve misyonunun Risale-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.
Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risale-i Nur ve Risale-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi manevi bir münasebet görür. Bu hususta Risale-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan “Sekizinci Şua“, “On Sekizinci Lem’a“, “Yirmi Sekizinci Lem’a” ile Gavs-ı Azam’ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki “Sekizinci Lem’a“da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.
Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali’nin manevi bir evladı, Al-i Beyt’in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: “Gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılırım.2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3
Bediüzzaman’ın yukarıdaki manayı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali’den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali’den almıştır. “Demek İmam-ı Ali’nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali’nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır.4
Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslam tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, manevi olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber’i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s),Zeynelabidin (r.a.)Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali’nin dersini talim emiştir.5
İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz. Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’un üstadı ve kendisinin de hakaik-i imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risale-i Nur’a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6
Nur Külliyatı’nda, “Risale-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olarak” takdim edilir.7 Ayrıca ” Nur Şakirtleri’nin üstadı İmam-ı Ali olduğu”8 ve “Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt’in esas olduğu”9 beyan edilir.
Hz. Ali, Risale-i Nur’da, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın en mühim bir talebesi, Kur’an ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt’in manevi şahsiyetinin temsilcisi11 olarak vasıflandırılmıştır.
Risale-i Nur’da; Peygamber Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali’nin çok musibet ve ithamlara maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i zandan kurtarmak için “Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir.”12mealindeki hadis-i şerif nakledilir.13
Ayrıca, Nur Külliyatı’nda, Hz. Peygamber’in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali’nin de içlerinde bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile “Hamse-i Âl-i Aba”dan sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali’yi istikbalde çıkacak olan dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade edilmektedir.14
Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m) Hz. Ali’nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e ait olduğuna, zira Hz. Ali’ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına dikkati çeker.15
Risale-i Nur’da, halifeliğin kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali’nin kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şayet onları ve onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali’yi, “olduğu gibi görünmeme”, yani “takiyye” yaptığı şeklinde bir istifhamı içerdiği beyan edilir.16
Hz. Peygamber’in neslinin devam ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin “Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise Ali’nin sulbüne koydu” keza, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır” hadis-i şerifleri nakledilir.17
Bediüzzaman, Fetih Suresi’nin son ayetinin18 Hz. Ali ile ilişkisini kurar. Bu ayeti; saltanat ve hilafete tam liyakatle ve kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali’nin, (r.a.) gelecekteki durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar nedeniyle mesul olmadığını, isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19
İsm-i Azam’ın herkes için bir olmadığı, örneğin Hz. Ali için İsm-i Azam’ın, “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz. Ali’nin ismi geçer.20 Hz. Ali’nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu isimlerin genişçe izah edildiği “Esma-i Sitte” Risalesi olarak bilinen 30. Lem’a’yı telif etmiştir.
Hz. Ali’nin, tahdis-i nimet olarak ilminin genişliğine ve şümulüne işareten “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.” sözüne dikkat çekilir.21
Yine Risale-i Nur’da, Hz. Ali, esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22
Bediüzzaman’ın vefatından önce talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda “Kur’an’a hizmetteki acib ihlası nereden ders aldın?” mealindeki bir soruya cevap sadedinde “iki noktadan” diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali’nin ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için, namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti dergah-ı İlahi’den niyaz etmiş.23 Yine aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslam olarak nitelendirilir.24
Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin çok önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilafet-i İslamiye’yi Kur’an’da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş olan “adalet-i mahza” esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu istikamette içtihadda bulunmuştur. “Cemel Vakası” olarak tarihe geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali’nin temsil ettiği “adalet-i mahza” ile muhaliflerinin temsil ettiği “adalet-i izafiye”nin çatışmasıdır. Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali’nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini beyan eder.25
Nur Külliyatı’nın en önemli risalelerinden olan Uhuvvet Risalesi’nde, Hz. Ali ihlas timsali olarak tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. “Bir vakit İmam-ı Ali bir kafiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği zaman, o kafir ona tükürmüş. O, kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir, ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim. O kafir ona dedi ‘Beni çabuk kesmen için (maksadım) seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.’ dedi.”26
Bediüzzaman sair İslam alimleri gibi Hz. Ali için, “Şah-ı Velayet” ve “fütuhat-ı İslamiye’nin pehlivanı” unvanını kullanır.27
Risale-i Nur ile Hz. Ali arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman’ın, dolayısıyla “Nur Talebelerinin” evradları içine girmiş dua metinlerinde görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.
a- Celcelutiye: Hz. Ali’ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risale-i Nur ve müellifine olan işaretleri “Sekizinci Şua” ile “Yirmi Sekizinci Lem’a” da etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.
b- Ercuze: Hz. Ali tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslam’ın ilk dönemi, hem de Risale-i Nur’la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş malumat “On Sekizinci Lem’a” da yer almaktadır.
c- Sekine: Sükun ve itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali’ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı vahye31 dayanan, kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duadır. İçerisinde 19 harfli 19 ayet bulunmakta olup, İsm-i Azam’ı da ihtiva ettiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32
d- Cevşenü’l Kebir: Matbu Cevşen’in hemen girişinde bu dua ile ilgili olarak; “Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy ile getirdiği ve ‘zırhı çıkar bunu oku.’ dediği gayet yüksek ve çok kıymettar bir münacat-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin‘den (r.a.) tevatürle rivayet edilmiştir.” notu bulunmaktadır. Bu duanın Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından hususi olarak Hz. Ali’ye talim edildiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünni ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü’l Kebir’i Ehl-i Sünnet’e tekrar tanıtır.33Ve Cevşen’i Ehl-i Beyt’in manevi gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman, Cevşenü’l Kebir’i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu beyan etmektedir.35 Gerek Bediüzzaman’ın hayatında ve gerekse Risale-i Nur’a menşe ve mehaz olması açısından Cevşen’in yeri ve etkisi büyüktür.36
e- Cifir ve Ebced İlmi: Bediüzzaman’ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve cifir ilmidir.37 Hz. Ali’nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risale-i Nur’da, Hz. Ali’ye atfedilen ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman’ın, küfrü mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve beraberliğe çağırma davasında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şii ve Alevi Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali’nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu etkili olmuş olabilir.39
Sonuç
Hz Ali’nin Risale-i Nur’a bu derece alakadarlığı ve Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin gerek şahsının sahip olduğu yüksek meziyetlerin ve gerekse hilafeti zamanında uyguladığı “adalet-i mahza” anlayışının çağımız iman ve Kur’an hizmetkarlarına numune-i imtisal olarak takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana öğesini ise “ihlas” oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celal-cemal, takdir ve ikazı içinde barındıran bir üslupla, şöyle dile getiriyor:
“Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.”40
Hikmet HOCAOĞLU

Dipnotlar
1. Hz. Ebubekir’in 44, Hz. Ömer’in 41, Hz. Osman’ın 17 ayrı yerde ismi geçmesine mukabil H. Ali’nin tam 157 yerde ismi geçmektedir.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 261.
3. Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. I, s. 36.
4. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 327.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 61.
6. Nursi, a.g.e., s. 200.
7. Nursi, a.g.e., s. 143.
8. Nursi, a.g.e., s. 210.
9. aynı yer.
10. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 424.
11. Nursi, a.g.e., s. 29.
12. Tirmizi, Menakıb:19.
13. Lem’alar, s. 29.
14. a.g.e., s. 97.
15. a.g.e., s. 30.
16. a.g.e., s. 31.
17. a.g.e., s. 335.
18. Fetih Suresi: 29.
19. Lem’alar, s. 37.
20. a.g.e., s. 332.
21. Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., s. 2079.
22. Nursi, Lem’alar, s. 325.
23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 218-19. Bu niyazda, İkinci Lem’a’da zikredilen, Hz. Eyyub’un, şahsının çektiği sıkıntıyı nazara almayıp, şifa için duasını erteleyip ne zaman ki hastalığı ibadet yapmasına engel olmaya başladı, ellerini açıp “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye dua etmesindeki incelik ve nükteyi görmek mümkündür.
24. a.g.e., aynı yer.
25. Nursi, Mektubat, s. 50.
26. a.g.e., s. 259.
27. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 113.
28. a.g.e., s. 112.
29. Nursi, Lem’alar, s. 325.
30. a.g.e., s. 191.
31. Buradaki vahiy kavramının Peygamberlere gelen vahiy ile karıştırılmaması gerekir. Zira arada mahiyet ve derece farkı vardır.
32. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 197,336; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 109.
33. Bediüzzaman’ın Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki birleştirici vasfı burada da kendisini gösterir.
34. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 336.
35. aynı yer.
36. Cevşen ile ilgili geniş bilgi için bkz. Peygamberimizin Cevşen Duası, İttihad Yayınları, İstanbul 1996; Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neş. İstanbul 1994, s. 412.
37. Bu ilim ile ilgili olarak Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993. C. I, s. 287-88.
38. Badıllı, a.g e., s. 925-995.
39. İbrahim Canan, Alevilik Sünnilik Meselesi, İstanbul 2002. s. 53. Benzer bir değerlendirme Türk-Kürt ilişkisi noktasında da yapılabilir. Bediüzzaman’ın Kürt bir coğrafyada dünyaya gelmesine, zamanın tedris dilinin Arapça olmasına rağmen, eserlerini Türkçe olarak yazması, hayatının önemli bir kısmının Türkler arasında geçmiş olması ve kendisine hizmet eden talebelerinin ekserisinin Türk olması ve meşhur bir siyasetçinin deyimi ile, “Nur Talebelerinin Türk’ü, Türkçü değil; Kürd’ü, Kürtçü değil” tespitinden de yola çıkarak, Türk-Kürt gerginliğinin giderilmesinde Risale-i Nur, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada ortak payda oluşturma, iman kardeşliğini pekiştirme fonksiyonunu icra edecektir.
40. Nursi, Lem’alar, s. 224.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder