Eğitilmiş Halk Kitleleri Bir Güçtür
Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin Derslerinden Ailenin Önemine Dair Notlar
Medeniyet kurulabilmesi Müslümanların ümmet olmasına bağlıdır. Ümmetin küçüğü cemaat, cemaatin küçüğü ise ailedir. İslam dini de bir medeniyet kurmak için geldiğine göre aileyi kuvvetlendirmek zorundadır. Bir ailede bile İslam medeniyetini kuramayanların ümmet olarak medeniyet kurabilmeleri mümkün değildir. Ailesinde İslam medeniyetini tesis edemeyenler, alemde mi tesis edecekler?
Bir fert cahiliye cemiyetine karşı duramaz, alternatif olamaz, cemiyetle boy ölçüşemez. Cahiliye cemiyetine alternatif olabilmemiz ona cemiyet olarak karşı durmamıza bağlıdır.Alternatif olamadığımızda başarıya ulaşamayız.Cemiyetin küçüğü aile olduğuna göre cahiliyeye karşı duruş ailede başlamalıdır.Öncelikle ailede sağlam bir inanç meydana getirilmelidir.
Aile huzuru yalnızca kendi huzurumuz için değil, yeni bir nesil meydana getirebilmek, aydın-alimler yetiştirebilmek, çocukların İslam’a hizmet eden birer fert olmaya özenmesi için de şarttır. Çünkü çocuk İslam’ı ailesinde tanır ve aile yaşantısıyla kıyaslar. Ailesinde huzur görmeyen çocuk anne ve babası İslam’ı yaşayan aileler ise huzursuzluğu İslam’ın suçu zanneder, onlar gibi olmak istemez ve İslam’dan soğur. Bugün evde yaşanan huzursuzluklar sebebiyle çocuklarımızı kaybediyoruz.
Yaşadığımız ortam; batı medeniyetinin tesirinde olduğu için kadını da, erkeği de etkilemiştir. İsterse kadın ya da erkek bu medeniyetin karşısında yer alsın. Yine de ortamın tesirinde kalmaktadırlar. Yani sadece Müslüman olmak ortamın etkisinden kurtulabilmek için yeterli değildir. İslamî ortamlar (aileler) oluşturmak gerekmektedir.
Televizyonlardaki programların erkeklere gevezeliği öğretmesi, kadınlara da erkeği adam etme görevini vermesi aile huzurunu etkilemektedir. Kadın kadın gibi davranmazken,erkek de erkek gibi davranmayı kaybetmektedir. Bugün kadınların bir çoğunda itaat ve haya eksikliği varken,erkeklerin bir çoğunda ise vâkar,idarecilik ve ciddiyet eksiği oluşmuştur.
Aile meselesine öncelikle Kur’an ve sünnet doğrultusunda bakmalıyız. Bir medeniyet kitabı olan Kur’an’ı Kerim, aile hukukuna da değinmiştir elbette. Mü’min erkeklerle mü’min kadınları birbirlerinin yardımcı,dost ve velileri olarak nitelemiştir. İman bağı onları kardeş yaptığından eşler birbirlerinin hem Müslüman kardeşi hem de eşidir. Kur’an eşler için; “Siz onlar için bir elbise onlarda sizin için bir elbisedir” 1 buyurmuştur.
Rabbimiz; “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler”2 buyurmuştur. Ayetin devamında bunu iki şeye bağlamıştır. 1-Allah (c.c.) insanların kimini kimine üstün kılmıştır. Erkek ise idarecilik yönüyle kadından üstün yaratılışa sahiptir. 2- Erkek kendi malından hanımı ve çocukları için harcar.
Ayet genel duruma göre hüküm koymuştur. Genellikle erkekler gerek idarecilik gerekse bazı kabiliyetler açısından kadından üstündür. Müslüman kadın bunu içtenlikle kabul etmeli ve gereksiz üstünlük tartışmaları ile ailenin huzurunu bozmamalıdır. Ailede mutluluğu sağlama görevi daha çok kadınındır ve güzel meziyetlere sahip bir kadın ailenin huzur kaynağıdır.
Erkeğin kadına üstün kılınması, erkek için bir üstünlük taslama sebebi olmamalıdır. Bu, Allah azze ve cellenin verdiği bir özellik ve bir nimettir. Nasıl ki insanın uzun boylu oluşu veya güzel oluşuyla övünmesi çirkin bir ahlâk ise; erkeğin de kendisine verilen bu kabiliyetler ile övünmesi doğru değildir. Bu özellikler kendisine, evde düzen ve huzurun sağlanması için verilmiştir ve onun için büyüklük taslama sebebi değil, olgunluk sebebi olmalıdır.
Allah(c.c.)’ın kulları arasında adalet esastır, eşitlik değil. Toplumda ve ailede herkesin gücüne göre yükümlülükler alması adâlet ve huzuru sağlayacaktır. Buna göre kadının kendini erkekle eşit görmesi bir marifet değildir. Kadının kendini kocasıyla eşit görmesi sebebiyle isteklerinde ısrarcı olması, erkeğin de kendi üstünlüğünü kullanarak karısının ve çocuklarının hakkını gözetmemesi ailenin huzurunu bozar. Kadın ve erkek ailedeki yerlerini ve görevlerini iyi bilmeli ve ona göre davranarak aile huzurunu muhafaza etmelidirler.
Aile ile ilgili hadislerde daha çok kadınlara hitap edildiği görülmektedir. Allah(c.c.) kadının da erkeğinde Rabbidir. Birisini kayırması söz konusu olamaz. Demek ki huzur da huzursuzluk da daha çok kadından kaynaklanmaktadır. Fakat aslen huzursuzluğun sebebi; gerek kadının gerek erkeğin olgun davranmamasıdır. Bugün Batı Medeniyeti insanlardaki olgunluğu bitirmiştir. Evlilik için sadece akıl baliğ olmak yetmez. Reşid olmak da gerekmektedir. Kadınlar olgun davranarak her sorunu büyütmediklerinde huzursuzluk çıkmayacağı gibi aynı şekilde erkek de olgun davranmayıp basit meseleleri büyüterek anlayışsız davrandığında huzursuzluğa sebep olacaktır. Allah azze ve celle, kadını da erkeği de İslam davası ile mes’ul tutarak onları olgunlaştırmaktadır.
Tebessümü ilk göstermesi gereken kadındır. Kadın bunu evvela erkekten beklememelidir. Çünkü erkeğin işleri ağırdır. Bu sebeple onun tebessüm etmesi daha zordur. İslam sevginin oluşması için selam ve tebessüme önem vermiştir ve kadının ev işlerini ve eşine karşı tebessümü kendisine bir yük görmemesi için hepsine sevap vaat etmiştir.
Kadın yumuşak huylu olmalı, sinirli bir yapıda olmamaya çalışmalıdır. Bu erkeğin de sinirlenmesine sebep olur. Erkeğin evinde rahatlaması, karısının kendisini güler yüzle karşılamasına bağlıdır. Aksi halde erkek eve gelmek istemeyecektir. Bir sorun olduğunda kadın hemen yüzünü ekşitiyorsa mesele büyür ve sorun hallolmaz. Fakat sorunlarına rağmen yüzünü ekşitmeyen bir hanım beyinin takdirini kazanır.
Müslüman kadın iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir anne olabilmek için kendini daima geliştirmeye ve kocasına güzel görünmeye çalışmalıdır. Bunun yanı sıra kültür seviyesini ve takvasını yükselten kadına, kocasının sevgisi ve saygısı her geçen gün artacaktır.
Kadının iş yeri evidir. Erken kalkmalı, evine tertip düzen vermeli, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını önemsemelidir. Özellikle kocasının eve geleceği saatlerde evini düzenlemeli, onu her yönden iyi karşılamaya çalışmalıdır. Erkek, her eve geldiğinde evini ve çocuklarını dağınık görürse zamanla aile huzuru bozulacaktır. Kadın kocasının çalışmamasını sevmez, aynı şekilde erkekte karısının tembel olmasını sevmez. Sağlam temel üzerine kurulu bir aile olabilmek için, kadın da erkek de fedakârlık yapmalı, gayretli olmalıdır.
Müslüman hanımefendi, kocasının saygınlığını korumak için ona ismiyle hitap etmemeli ve daima itirazcı olmamalıdır. Erkek karısının saygısını görmek ister. Örfümüzde de bu böyledir. Kadın kocası geldiğinde onu karşılar, terliğini çevirir, ceketini alır, verir. Bunun benzeri davranışlar asil ve olgun davranışlardır. İslam’a uygun örfleri uygulamak güzeldir. Müslüman çoğunluğun güzel gördüğünü Allah (c.c.)’ta güzel görür.
(Bu yazı Furkan Nesli Dergisinde Yayınlanmıştır)
************************************************************
İslâm Medeniyetinin Dinamikleri
Müslümanların büyük gayretleri sonucu meydana gelen askerî ve siyasî yayılma, kültürel gelişmeyi ve İslâm medeniyetinin ilk nüvelerinin oluşmasını beraberinde getirdi. Tarihe sadece bir savaş ve fetih süreci olarak bakılmadığında, bu savaş ve fetihlerin arasında bulunan geniş zaman dilimlerinde muazzam gelişmelerin yaşandığı açıkça görülebilir. Aslında tarih bu bakış açısıyla değerlendirilirse, zamanın büyük kesiminin barış dönemi olduğu ve buna nispetle çok kısa diyebileceğimiz bir zaman diliminin savaşa ayrıldığı açıkça müşahede edilebilir. Sözgelimi Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları, 63 yıllık ömrünün ve 23 yıllık peygamberlik döneminin yüzde kaçına tekabül ettiğini hesapladığımızda, savaşlara ayrılan zaman diliminin çok az olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Ama ne yazık ki, tarihi dönemeçler büyük ölçüde savaşlarla belirlendiği için küçük bir zaman dilimini işgal etmekle birlikte, adeta tarihin temel taşlarını oluşturduğu gözleminden hareketle tarih yazımı büyük ölçüde savaşlarla şekillenir. Ancak İslam tarihi incelendiğinde, barış dönemlerinde İslam’ın insanlar arasında yayılmasının daha hızlı olduğu bir vakıadır. Sözgelimi Hudeybiye Barış Anlaşmasının yaşandığı iki yıl içinde bütün Arap yarımadasına İslam tebliği ulaşmış, başta İran ve Bizans olmak üzere dönemin önemli devlet adamlarına mektup yoluyla İslam daveti iletilmişti. Ancak tebliğin bu genişliğe ulaşmasının arkasında ve altında savaşla elde edilmiş bir güç ve itibarın yattığını da, göz ardı etmemek lazımdır. Bununla birlikte İslam isminin ‘barış’ ve ‘esenlik’ anlamında olduğu gibi temel amaç savaş değil barıştır ve barışı yaşatmaktır. Yukarıda söz konusu olan Hudeybiye Barış anlaşması, aleyhte hükümler içermesine rağmen hayata geçirildi ve Müslümanlar tarafından sonuna kadar hükümlerine sadık kalındı. Ne zaman ki, hükümleri Mekkeli müşrikler tarafından ihlal edildi, o zaman geçersiz hale geldi.
Barış dönemi niçin önemlidir ve korunmalıdır? Bu sorunun en güzel cevabı yukarıda da kısmen değinildiği gibi, kültürel ve sosyal faaliyetlere imkan vermesidir. Nitekim ilk yıllardan itibaren müslümanların ortaya koyduğu kültür ve medeniyet faaliyetleri hem İslam’ın yayılmasında hem de müslümanların bir medeniyet kurucusu olarak tarih sahnesindeki yerlerini almalarında etkili oldu. Müslümanların hakim oldukları ilk kentin adının ‘medeniyet’ kelimesinin bağlı olduğu kökten gelen ‘Medîne’ olarak isimlendirilmesi bunun en çarpıcı göstergesidir. Bu alanda her kültürel faaliyet önemli olmakla birlikte müslümanların gerçekleştirdiği üç faaliyet öne çıkmaktadır: Yazı, mescit ve şehir.
1. Kitap
Hz. Peygamber, daha sağlığında vahyi, vahiy katipleri vasıtasıyla kayda geçirmesi ve yazılı belgeler haline getirmesi, onun yazılı kültüre verdiği önemi gösterir. Bu şekilde bir eğitimden geçen sahabe, Hz. Peygamber’in ölümünden sonra bu yazılı belgelere dayanarak Hz. Ebubekir döneminde Kur’an’ı toplanması (cem) ve kitap (Mushaf) haline getirilmesini gerçekleştirdi. Hz. Osman döneminde bu Mushaf, istinsah suretiyle çoğaltılarak bütün müslümanların istifade etmesi için Kûfe, Basra, Medîne, Mekke, Mısır Şam, Bahreyn, Yemen ve Cezîre gibi çeşitli merkezlere gönderildi. Emevîler döneminde Kur’an yazımı hızlandı, buna paralel olarak yazı kalitesi ve yazma sanatı gelişti.[1] Kolay ve doğru okuma yönünde çeşitli adımlar atıldı ve çok farklı yazı türleri doğdu. Bunu, I/VII. asrın başlarında Hz. Peygamberin sözleri, hareketleri ve uygulamalarını ihtiva eden hadîslerin toplanması takip etti. Hadîslerin toplanması (tedvîn) faaliyeti Emevî halifelerinden Ömer b. Abdulaziz tarafından resmi hale getirildi ve Kur’an’ın yanında İslam’ın ikinci kaynağı olan sünnet böylece kayıtlara geçirilmeye başlandı.[2] Bu araştırma ve derleme merakı sonraki yıllarda artarak devam etti. İlk yüzyılda Emevî halifelerinin desteği ile Yunanca, Süryanice ve Farsça’dan çeviriler yapıldı. Ünlü bilim adamı Fuat Sezgin’in Türkiye Bilimler Akademisi’nde verdiği konferansta “Daha ilk yüzyılda okuma yazma ilgisi salgın bir hastalık gibi tüm İslam dünyasını etkiledi. Ben kişisel olarak, aynı yüzyılın sonuna doğru İslam dünyası içinde gelişen okuyup yazar sayısının o çağdaki başka hiçbir yerle kıyas kabul etmez bir düzeye ulaştığına inanıyorum.”[3] şeklinde bir tespitte bulunur. Yukarıda değinilen hadis toplama geleneği, Müslüman ilim adamlarında bilginin, hocadan sağlam bir şekilde alınmasını ve ekol disiplinini beraberinde getirdi. Böylece bir bilginin hangi kaynaktan ve ne şekilde alındığı tam olarak biliniyordu. Yine Sezgin’in kanaatine göre İslam dünyasında çok erken dönemde ele alınan bir problemi sistematik olarak okuyucuya sunan kitap tipi Avrupa’da ilk defa XVII. belki XVIII. Yüzyılda ortaya çıktı.[4]
2. Mescid
İkinci önemli kültür faaliyeti ise yine Hz. Peygamberin sağlığında başlayan ve İslam kültür merkezi işlevi gören ‘mescid’ inşasıdır. Mescidin diğer ve önemli bir işlevi ise, İslam toplumunun oluşmasında, Müslümanlar arasında birlik-beraberliğin sağlanmasında oynadığı roldür. Bu önemine binaen Hz. Peygamber Medine’ye varır varmaz devesinin ilk çöktüğü alana, satın almak suretiyle, bir mescit inşa ettirdi ve inşatın her safhasında fiilen görev aldı. İlk yapılan bu mescit bir ibadet mahalli olmasının yanında, askerî, idarî ve sosyal işlerin müzakere edildiği; yabancı elçi ve konukların karşılandığı; bazen da çeşitli gösteri ve müsabakaların düzenlendiği bir mekan fonksiyonu gördü. Mescidin yanına hurma dallarıyla örtülü olarak yapılan Suffe ise fakirlerin barınağı olmasının yanı sıra bir eğitim ve öğretim yeri olarak işlev gördü. Çünkü burada okuma-yazma ve Kur’an öğretmek üzere öğretmenler görev yapıyordu. Sahabeden Ubâde b. Sâmit bunlardan biridir.[5] Alive İzzetbegoviç’in ifadesiyle, “Mescid-i Nebevî ‘Rabbinin adıyla oku’ diye Kur’an’ın ilk ayeti ile istenen dinle bilimin bütünleşmesinin teknik bakımdan gerçekleşmesini”[6] sağladı. Bu özelliği ile Peygamber Mescidinin (el-Mescidü’n-Nebevî) gelecekte yapılacak mescit, han, hamam, medrese, tekke/hankâh ve aşeviden müteşekkil ‘külliye’lerin ilk örneği olduğu açıktır. Bu başlangıç Müslümanlara her gittikleri ve kurdukları şehirlerde ilk olarak mescit ve müştemilâtını yapma geleneğinin oluşmasını sağladı. Böylece her şehirdeki mescitler, müştemilâtı ile birlikte birer eğitim ve kültür merkezi fonksiyonu icra etmeye başladı.
3. Şehir
Üçüncü önemli kültür faaliyeti ise İslam medeniyetinin zeminini teşkil eden şehir kurma faaliyetleridir. Hz. Peygamber’in bir köy olan Yesrib’i şehir (medîne) haline getirmesi, onun terbiyesi altında yetişmiş sahabe için belirleyici oldu. Hz. Ömer döneminde kurulan Basra, Kûfe ve Fustat şehirleri İslam kültürünün yayılmasının ve medeniyet projesinin hayata geçirilmesinin zeminini teşkil etti. Başlangıçta ordugâh olarak kurulan bu şehirler Hz. Ömer’in orada inşa edilen mescitlere Medine’den özellikle bilgi ve kültürleri ile öne çıkan sahabileri göndermesi ile birer ilim ve kültür merkezi haline geldi. Özellikle Hasan-ı Basrî’nin Basra’da, Ebû Hanife’nin Kufe’deki faaliyetleri bu açıdan kayda degerdir. Bu faaliyetler sahabe döneminde başlamıştı; nitekim Ebu Hanife’nin Kufe’deki faaliyetinin temelini Kufe mescidinde sahabeden Abdullah b. Mes’ud’un başlattığı ders halkası oluşturur. Bu dönemde ‘İslam şehri’ olarak anılan şehirleri Mekke Medine gibi Kutsal şehirler, Basra, Kufe, Fustat, Kayrevan, Kahire gibi yeni kurulan şehirler ve Şam, Semerkant ve Buhara gibi kurulu olarak devralınanlar olmak üzere üç grupta değerlendirmek mümkündür.[7]
Cami merkezli kurulan şehirlerde[8] camiler yukarıda geçtiği gibi, sadece bir ibadet mahalli değil aynı zamanda ilim meclisleri görevi de gördü; yanlarına inşa edilen medreseler ve tekke/hankâhlar ile eğitim, kurumsal bir yapıya kavuştu. Nitekim bir batılı yazarın “Müslüman kentleri, camilerin yanında yer alan medreseleriyle, düşünce zirveleridir”[9] demekten kendini alamadığı görülür. Yazarın anlattığına göre İslam kentinin merkezinde Cuma namazlarının kılındığı bir cami yer alır. Bu cami adeta şehrin kalbi gibidir, her yol oraya çıkar. Anadolu kentlerinde bu camiye ‘ulucami’ ya da ‘camî-i kebîr’ isimleri verilir. Merkezde yer alan bu caminin yakınlarında çarşı (sûk) bulunur. Çarşı, hanlar ve düzenli bir şekilde yerleştirilmiş dükkanlardan oluşur; bitişiğinde veya içinde hem dışardan gelen tüccarlara hem de şehir ahalisine hizmet veren hamamlar yer alır. Zanaatkarlar cami merkez olmak üzere daireler halinde yerleşirler. Camiye en yakın ıtrıyatçılar, buhurcular, sonra kumaş ve örtü satılan dükkanlar; bunları mücevherciler, gıda dükkanları takip eder. En sonda ise dericiler, ayakkabıcılar, demirciler, çömlekçiler ve eğiriciler bulunur.[10]
Bu özelliklerde kurulmuş ve İbn Arabî döneminde hala güzelliğini ve canlılığını yitirmemiş en büyük İslam kentleri, yeni kurulmuş bulunan Bağdat, Samarra, Basra, Kahire, Şam, Tunus, Merakeş ile kurulu olarak müslümanların eline geçip birer İslam kültür merkezlerine dönüşen Şam, Semarkant, Buhara, Merv, Nişabur, Belh, Kurtuba/Cordoba, İşbiliye/Sevilla ve Gırnata/Granada şeklinde sayılabilir.[11]
Cağfer KARADAŞ [*]
[*] Bu yazı için bk. Cağfer Karadaş, Muhyiddin İbn Arabî, İzmir 2008, Kaynak Yayınları, s. 21-27.
[1] Mehmet Emin Maşalı, Kur’an’ın Metin Yapısı-Mushaf Tarihi ve İmlası, Ankara 2004, s. 48-83, 301-339.
[2] İzmirli İsmail Hakkı, Hadîs Tarihi (nşr. İbrahim Hatiboğlu), İstanbul 2002, s. 62-68.
[3] Fuat Sezgin, İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, TÜBA, Ankara 2004, s. 24.
[4] Fuat Sezgin, a.g.e., s. 38.
[5] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), Ankara 2003, I, 767-773; Cahid Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul 2005, s. 109-118; Ziya Kazıcı, İslam Medeniyet ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999, s. 295-297; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2004, s. 133-139.
[6] Alive İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam (trc. Salih Şaban), İstanbul 1993, s. 243.
[7] Ünal Kılıç, Şehir Yönetimi ve Valilik, Konya 2004, s. 82; Adem Apak, İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. el-As, Ankara 2001, s. 275-277.
[8] Tarihçi Ya’kûbî’nin verdiği bilgiye göre Hz. Ömer’in emri ile Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından kurulan şehirdeki kabilelerin yerleşimi mescid esas alınarak yapılmıştır. (Kitâbü’l-Büldân, s. 310.)
[9] Braudel, a.g.e., s. 101.
[10] Braudel, a.g.e., s. 100-101.
[11] İslam şehirleri ile ilgili bk. Ya’kûbî, Kitâbü’l-Büldân, s. 231-373. (Bu eserin Türçe tercümesi, Ya’kubî, Ülkeler Kitabı, trc. Murat Ağarı, İstanbul 2002, Ayışığı Yayınları).
Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin Derslerinden Ailenin Önemine Dair Notlar
Medeniyet kurulabilmesi Müslümanların ümmet olmasına bağlıdır. Ümmetin küçüğü cemaat, cemaatin küçüğü ise ailedir. İslam dini de bir medeniyet kurmak için geldiğine göre aileyi kuvvetlendirmek zorundadır. Bir ailede bile İslam medeniyetini kuramayanların ümmet olarak medeniyet kurabilmeleri mümkün değildir. Ailesinde İslam medeniyetini tesis edemeyenler, alemde mi tesis edecekler?
Bir fert cahiliye cemiyetine karşı duramaz, alternatif olamaz, cemiyetle boy ölçüşemez. Cahiliye cemiyetine alternatif olabilmemiz ona cemiyet olarak karşı durmamıza bağlıdır.Alternatif olamadığımızda başarıya ulaşamayız.Cemiyetin küçüğü aile olduğuna göre cahiliyeye karşı duruş ailede başlamalıdır.Öncelikle ailede sağlam bir inanç meydana getirilmelidir.
Aile huzuru yalnızca kendi huzurumuz için değil, yeni bir nesil meydana getirebilmek, aydın-alimler yetiştirebilmek, çocukların İslam’a hizmet eden birer fert olmaya özenmesi için de şarttır. Çünkü çocuk İslam’ı ailesinde tanır ve aile yaşantısıyla kıyaslar. Ailesinde huzur görmeyen çocuk anne ve babası İslam’ı yaşayan aileler ise huzursuzluğu İslam’ın suçu zanneder, onlar gibi olmak istemez ve İslam’dan soğur. Bugün evde yaşanan huzursuzluklar sebebiyle çocuklarımızı kaybediyoruz.
Yaşadığımız ortam; batı medeniyetinin tesirinde olduğu için kadını da, erkeği de etkilemiştir. İsterse kadın ya da erkek bu medeniyetin karşısında yer alsın. Yine de ortamın tesirinde kalmaktadırlar. Yani sadece Müslüman olmak ortamın etkisinden kurtulabilmek için yeterli değildir. İslamî ortamlar (aileler) oluşturmak gerekmektedir.
Televizyonlardaki programların erkeklere gevezeliği öğretmesi, kadınlara da erkeği adam etme görevini vermesi aile huzurunu etkilemektedir. Kadın kadın gibi davranmazken,erkek de erkek gibi davranmayı kaybetmektedir. Bugün kadınların bir çoğunda itaat ve haya eksikliği varken,erkeklerin bir çoğunda ise vâkar,idarecilik ve ciddiyet eksiği oluşmuştur.
Aile meselesine öncelikle Kur’an ve sünnet doğrultusunda bakmalıyız. Bir medeniyet kitabı olan Kur’an’ı Kerim, aile hukukuna da değinmiştir elbette. Mü’min erkeklerle mü’min kadınları birbirlerinin yardımcı,dost ve velileri olarak nitelemiştir. İman bağı onları kardeş yaptığından eşler birbirlerinin hem Müslüman kardeşi hem de eşidir. Kur’an eşler için; “Siz onlar için bir elbise onlarda sizin için bir elbisedir” 1 buyurmuştur.
Rabbimiz; “Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler”2 buyurmuştur. Ayetin devamında bunu iki şeye bağlamıştır. 1-Allah (c.c.) insanların kimini kimine üstün kılmıştır. Erkek ise idarecilik yönüyle kadından üstün yaratılışa sahiptir. 2- Erkek kendi malından hanımı ve çocukları için harcar.
Ayet genel duruma göre hüküm koymuştur. Genellikle erkekler gerek idarecilik gerekse bazı kabiliyetler açısından kadından üstündür. Müslüman kadın bunu içtenlikle kabul etmeli ve gereksiz üstünlük tartışmaları ile ailenin huzurunu bozmamalıdır. Ailede mutluluğu sağlama görevi daha çok kadınındır ve güzel meziyetlere sahip bir kadın ailenin huzur kaynağıdır.
Erkeğin kadına üstün kılınması, erkek için bir üstünlük taslama sebebi olmamalıdır. Bu, Allah azze ve cellenin verdiği bir özellik ve bir nimettir. Nasıl ki insanın uzun boylu oluşu veya güzel oluşuyla övünmesi çirkin bir ahlâk ise; erkeğin de kendisine verilen bu kabiliyetler ile övünmesi doğru değildir. Bu özellikler kendisine, evde düzen ve huzurun sağlanması için verilmiştir ve onun için büyüklük taslama sebebi değil, olgunluk sebebi olmalıdır.
Allah(c.c.)’ın kulları arasında adalet esastır, eşitlik değil. Toplumda ve ailede herkesin gücüne göre yükümlülükler alması adâlet ve huzuru sağlayacaktır. Buna göre kadının kendini erkekle eşit görmesi bir marifet değildir. Kadının kendini kocasıyla eşit görmesi sebebiyle isteklerinde ısrarcı olması, erkeğin de kendi üstünlüğünü kullanarak karısının ve çocuklarının hakkını gözetmemesi ailenin huzurunu bozar. Kadın ve erkek ailedeki yerlerini ve görevlerini iyi bilmeli ve ona göre davranarak aile huzurunu muhafaza etmelidirler.
Aile ile ilgili hadislerde daha çok kadınlara hitap edildiği görülmektedir. Allah(c.c.) kadının da erkeğinde Rabbidir. Birisini kayırması söz konusu olamaz. Demek ki huzur da huzursuzluk da daha çok kadından kaynaklanmaktadır. Fakat aslen huzursuzluğun sebebi; gerek kadının gerek erkeğin olgun davranmamasıdır. Bugün Batı Medeniyeti insanlardaki olgunluğu bitirmiştir. Evlilik için sadece akıl baliğ olmak yetmez. Reşid olmak da gerekmektedir. Kadınlar olgun davranarak her sorunu büyütmediklerinde huzursuzluk çıkmayacağı gibi aynı şekilde erkek de olgun davranmayıp basit meseleleri büyüterek anlayışsız davrandığında huzursuzluğa sebep olacaktır. Allah azze ve celle, kadını da erkeği de İslam davası ile mes’ul tutarak onları olgunlaştırmaktadır.
Tebessümü ilk göstermesi gereken kadındır. Kadın bunu evvela erkekten beklememelidir. Çünkü erkeğin işleri ağırdır. Bu sebeple onun tebessüm etmesi daha zordur. İslam sevginin oluşması için selam ve tebessüme önem vermiştir ve kadının ev işlerini ve eşine karşı tebessümü kendisine bir yük görmemesi için hepsine sevap vaat etmiştir.
Kadın yumuşak huylu olmalı, sinirli bir yapıda olmamaya çalışmalıdır. Bu erkeğin de sinirlenmesine sebep olur. Erkeğin evinde rahatlaması, karısının kendisini güler yüzle karşılamasına bağlıdır. Aksi halde erkek eve gelmek istemeyecektir. Bir sorun olduğunda kadın hemen yüzünü ekşitiyorsa mesele büyür ve sorun hallolmaz. Fakat sorunlarına rağmen yüzünü ekşitmeyen bir hanım beyinin takdirini kazanır.
Müslüman kadın iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir anne olabilmek için kendini daima geliştirmeye ve kocasına güzel görünmeye çalışmalıdır. Bunun yanı sıra kültür seviyesini ve takvasını yükselten kadına, kocasının sevgisi ve saygısı her geçen gün artacaktır.
Kadının iş yeri evidir. Erken kalkmalı, evine tertip düzen vermeli, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını önemsemelidir. Özellikle kocasının eve geleceği saatlerde evini düzenlemeli, onu her yönden iyi karşılamaya çalışmalıdır. Erkek, her eve geldiğinde evini ve çocuklarını dağınık görürse zamanla aile huzuru bozulacaktır. Kadın kocasının çalışmamasını sevmez, aynı şekilde erkekte karısının tembel olmasını sevmez. Sağlam temel üzerine kurulu bir aile olabilmek için, kadın da erkek de fedakârlık yapmalı, gayretli olmalıdır.
Müslüman hanımefendi, kocasının saygınlığını korumak için ona ismiyle hitap etmemeli ve daima itirazcı olmamalıdır. Erkek karısının saygısını görmek ister. Örfümüzde de bu böyledir. Kadın kocası geldiğinde onu karşılar, terliğini çevirir, ceketini alır, verir. Bunun benzeri davranışlar asil ve olgun davranışlardır. İslam’a uygun örfleri uygulamak güzeldir. Müslüman çoğunluğun güzel gördüğünü Allah (c.c.)’ta güzel görür.
(Bu yazı Furkan Nesli Dergisinde Yayınlanmıştır)
************************************************************
İslâm Medeniyetinin Dinamikleri
Müslümanların büyük gayretleri sonucu meydana gelen askerî ve siyasî yayılma, kültürel gelişmeyi ve İslâm medeniyetinin ilk nüvelerinin oluşmasını beraberinde getirdi. Tarihe sadece bir savaş ve fetih süreci olarak bakılmadığında, bu savaş ve fetihlerin arasında bulunan geniş zaman dilimlerinde muazzam gelişmelerin yaşandığı açıkça görülebilir. Aslında tarih bu bakış açısıyla değerlendirilirse, zamanın büyük kesiminin barış dönemi olduğu ve buna nispetle çok kısa diyebileceğimiz bir zaman diliminin savaşa ayrıldığı açıkça müşahede edilebilir. Sözgelimi Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları, 63 yıllık ömrünün ve 23 yıllık peygamberlik döneminin yüzde kaçına tekabül ettiğini hesapladığımızda, savaşlara ayrılan zaman diliminin çok az olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Ama ne yazık ki, tarihi dönemeçler büyük ölçüde savaşlarla belirlendiği için küçük bir zaman dilimini işgal etmekle birlikte, adeta tarihin temel taşlarını oluşturduğu gözleminden hareketle tarih yazımı büyük ölçüde savaşlarla şekillenir. Ancak İslam tarihi incelendiğinde, barış dönemlerinde İslam’ın insanlar arasında yayılmasının daha hızlı olduğu bir vakıadır. Sözgelimi Hudeybiye Barış Anlaşmasının yaşandığı iki yıl içinde bütün Arap yarımadasına İslam tebliği ulaşmış, başta İran ve Bizans olmak üzere dönemin önemli devlet adamlarına mektup yoluyla İslam daveti iletilmişti. Ancak tebliğin bu genişliğe ulaşmasının arkasında ve altında savaşla elde edilmiş bir güç ve itibarın yattığını da, göz ardı etmemek lazımdır. Bununla birlikte İslam isminin ‘barış’ ve ‘esenlik’ anlamında olduğu gibi temel amaç savaş değil barıştır ve barışı yaşatmaktır. Yukarıda söz konusu olan Hudeybiye Barış anlaşması, aleyhte hükümler içermesine rağmen hayata geçirildi ve Müslümanlar tarafından sonuna kadar hükümlerine sadık kalındı. Ne zaman ki, hükümleri Mekkeli müşrikler tarafından ihlal edildi, o zaman geçersiz hale geldi.
Barış dönemi niçin önemlidir ve korunmalıdır? Bu sorunun en güzel cevabı yukarıda da kısmen değinildiği gibi, kültürel ve sosyal faaliyetlere imkan vermesidir. Nitekim ilk yıllardan itibaren müslümanların ortaya koyduğu kültür ve medeniyet faaliyetleri hem İslam’ın yayılmasında hem de müslümanların bir medeniyet kurucusu olarak tarih sahnesindeki yerlerini almalarında etkili oldu. Müslümanların hakim oldukları ilk kentin adının ‘medeniyet’ kelimesinin bağlı olduğu kökten gelen ‘Medîne’ olarak isimlendirilmesi bunun en çarpıcı göstergesidir. Bu alanda her kültürel faaliyet önemli olmakla birlikte müslümanların gerçekleştirdiği üç faaliyet öne çıkmaktadır: Yazı, mescit ve şehir.
1. Kitap
Hz. Peygamber, daha sağlığında vahyi, vahiy katipleri vasıtasıyla kayda geçirmesi ve yazılı belgeler haline getirmesi, onun yazılı kültüre verdiği önemi gösterir. Bu şekilde bir eğitimden geçen sahabe, Hz. Peygamber’in ölümünden sonra bu yazılı belgelere dayanarak Hz. Ebubekir döneminde Kur’an’ı toplanması (cem) ve kitap (Mushaf) haline getirilmesini gerçekleştirdi. Hz. Osman döneminde bu Mushaf, istinsah suretiyle çoğaltılarak bütün müslümanların istifade etmesi için Kûfe, Basra, Medîne, Mekke, Mısır Şam, Bahreyn, Yemen ve Cezîre gibi çeşitli merkezlere gönderildi. Emevîler döneminde Kur’an yazımı hızlandı, buna paralel olarak yazı kalitesi ve yazma sanatı gelişti.[1] Kolay ve doğru okuma yönünde çeşitli adımlar atıldı ve çok farklı yazı türleri doğdu. Bunu, I/VII. asrın başlarında Hz. Peygamberin sözleri, hareketleri ve uygulamalarını ihtiva eden hadîslerin toplanması takip etti. Hadîslerin toplanması (tedvîn) faaliyeti Emevî halifelerinden Ömer b. Abdulaziz tarafından resmi hale getirildi ve Kur’an’ın yanında İslam’ın ikinci kaynağı olan sünnet böylece kayıtlara geçirilmeye başlandı.[2] Bu araştırma ve derleme merakı sonraki yıllarda artarak devam etti. İlk yüzyılda Emevî halifelerinin desteği ile Yunanca, Süryanice ve Farsça’dan çeviriler yapıldı. Ünlü bilim adamı Fuat Sezgin’in Türkiye Bilimler Akademisi’nde verdiği konferansta “Daha ilk yüzyılda okuma yazma ilgisi salgın bir hastalık gibi tüm İslam dünyasını etkiledi. Ben kişisel olarak, aynı yüzyılın sonuna doğru İslam dünyası içinde gelişen okuyup yazar sayısının o çağdaki başka hiçbir yerle kıyas kabul etmez bir düzeye ulaştığına inanıyorum.”[3] şeklinde bir tespitte bulunur. Yukarıda değinilen hadis toplama geleneği, Müslüman ilim adamlarında bilginin, hocadan sağlam bir şekilde alınmasını ve ekol disiplinini beraberinde getirdi. Böylece bir bilginin hangi kaynaktan ve ne şekilde alındığı tam olarak biliniyordu. Yine Sezgin’in kanaatine göre İslam dünyasında çok erken dönemde ele alınan bir problemi sistematik olarak okuyucuya sunan kitap tipi Avrupa’da ilk defa XVII. belki XVIII. Yüzyılda ortaya çıktı.[4]
2. Mescid
İkinci önemli kültür faaliyeti ise yine Hz. Peygamberin sağlığında başlayan ve İslam kültür merkezi işlevi gören ‘mescid’ inşasıdır. Mescidin diğer ve önemli bir işlevi ise, İslam toplumunun oluşmasında, Müslümanlar arasında birlik-beraberliğin sağlanmasında oynadığı roldür. Bu önemine binaen Hz. Peygamber Medine’ye varır varmaz devesinin ilk çöktüğü alana, satın almak suretiyle, bir mescit inşa ettirdi ve inşatın her safhasında fiilen görev aldı. İlk yapılan bu mescit bir ibadet mahalli olmasının yanında, askerî, idarî ve sosyal işlerin müzakere edildiği; yabancı elçi ve konukların karşılandığı; bazen da çeşitli gösteri ve müsabakaların düzenlendiği bir mekan fonksiyonu gördü. Mescidin yanına hurma dallarıyla örtülü olarak yapılan Suffe ise fakirlerin barınağı olmasının yanı sıra bir eğitim ve öğretim yeri olarak işlev gördü. Çünkü burada okuma-yazma ve Kur’an öğretmek üzere öğretmenler görev yapıyordu. Sahabeden Ubâde b. Sâmit bunlardan biridir.[5] Alive İzzetbegoviç’in ifadesiyle, “Mescid-i Nebevî ‘Rabbinin adıyla oku’ diye Kur’an’ın ilk ayeti ile istenen dinle bilimin bütünleşmesinin teknik bakımdan gerçekleşmesini”[6] sağladı. Bu özelliği ile Peygamber Mescidinin (el-Mescidü’n-Nebevî) gelecekte yapılacak mescit, han, hamam, medrese, tekke/hankâh ve aşeviden müteşekkil ‘külliye’lerin ilk örneği olduğu açıktır. Bu başlangıç Müslümanlara her gittikleri ve kurdukları şehirlerde ilk olarak mescit ve müştemilâtını yapma geleneğinin oluşmasını sağladı. Böylece her şehirdeki mescitler, müştemilâtı ile birlikte birer eğitim ve kültür merkezi fonksiyonu icra etmeye başladı.
3. Şehir
Üçüncü önemli kültür faaliyeti ise İslam medeniyetinin zeminini teşkil eden şehir kurma faaliyetleridir. Hz. Peygamber’in bir köy olan Yesrib’i şehir (medîne) haline getirmesi, onun terbiyesi altında yetişmiş sahabe için belirleyici oldu. Hz. Ömer döneminde kurulan Basra, Kûfe ve Fustat şehirleri İslam kültürünün yayılmasının ve medeniyet projesinin hayata geçirilmesinin zeminini teşkil etti. Başlangıçta ordugâh olarak kurulan bu şehirler Hz. Ömer’in orada inşa edilen mescitlere Medine’den özellikle bilgi ve kültürleri ile öne çıkan sahabileri göndermesi ile birer ilim ve kültür merkezi haline geldi. Özellikle Hasan-ı Basrî’nin Basra’da, Ebû Hanife’nin Kufe’deki faaliyetleri bu açıdan kayda degerdir. Bu faaliyetler sahabe döneminde başlamıştı; nitekim Ebu Hanife’nin Kufe’deki faaliyetinin temelini Kufe mescidinde sahabeden Abdullah b. Mes’ud’un başlattığı ders halkası oluşturur. Bu dönemde ‘İslam şehri’ olarak anılan şehirleri Mekke Medine gibi Kutsal şehirler, Basra, Kufe, Fustat, Kayrevan, Kahire gibi yeni kurulan şehirler ve Şam, Semerkant ve Buhara gibi kurulu olarak devralınanlar olmak üzere üç grupta değerlendirmek mümkündür.[7]
Cami merkezli kurulan şehirlerde[8] camiler yukarıda geçtiği gibi, sadece bir ibadet mahalli değil aynı zamanda ilim meclisleri görevi de gördü; yanlarına inşa edilen medreseler ve tekke/hankâhlar ile eğitim, kurumsal bir yapıya kavuştu. Nitekim bir batılı yazarın “Müslüman kentleri, camilerin yanında yer alan medreseleriyle, düşünce zirveleridir”[9] demekten kendini alamadığı görülür. Yazarın anlattığına göre İslam kentinin merkezinde Cuma namazlarının kılındığı bir cami yer alır. Bu cami adeta şehrin kalbi gibidir, her yol oraya çıkar. Anadolu kentlerinde bu camiye ‘ulucami’ ya da ‘camî-i kebîr’ isimleri verilir. Merkezde yer alan bu caminin yakınlarında çarşı (sûk) bulunur. Çarşı, hanlar ve düzenli bir şekilde yerleştirilmiş dükkanlardan oluşur; bitişiğinde veya içinde hem dışardan gelen tüccarlara hem de şehir ahalisine hizmet veren hamamlar yer alır. Zanaatkarlar cami merkez olmak üzere daireler halinde yerleşirler. Camiye en yakın ıtrıyatçılar, buhurcular, sonra kumaş ve örtü satılan dükkanlar; bunları mücevherciler, gıda dükkanları takip eder. En sonda ise dericiler, ayakkabıcılar, demirciler, çömlekçiler ve eğiriciler bulunur.[10]
Bu özelliklerde kurulmuş ve İbn Arabî döneminde hala güzelliğini ve canlılığını yitirmemiş en büyük İslam kentleri, yeni kurulmuş bulunan Bağdat, Samarra, Basra, Kahire, Şam, Tunus, Merakeş ile kurulu olarak müslümanların eline geçip birer İslam kültür merkezlerine dönüşen Şam, Semarkant, Buhara, Merv, Nişabur, Belh, Kurtuba/Cordoba, İşbiliye/Sevilla ve Gırnata/Granada şeklinde sayılabilir.[11]
Cağfer KARADAŞ [*]
[*] Bu yazı için bk. Cağfer Karadaş, Muhyiddin İbn Arabî, İzmir 2008, Kaynak Yayınları, s. 21-27.
[1] Mehmet Emin Maşalı, Kur’an’ın Metin Yapısı-Mushaf Tarihi ve İmlası, Ankara 2004, s. 48-83, 301-339.
[2] İzmirli İsmail Hakkı, Hadîs Tarihi (nşr. İbrahim Hatiboğlu), İstanbul 2002, s. 62-68.
[3] Fuat Sezgin, İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, TÜBA, Ankara 2004, s. 24.
[4] Fuat Sezgin, a.g.e., s. 38.
[5] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), Ankara 2003, I, 767-773; Cahid Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul 2005, s. 109-118; Ziya Kazıcı, İslam Medeniyet ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999, s. 295-297; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2004, s. 133-139.
[6] Alive İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam (trc. Salih Şaban), İstanbul 1993, s. 243.
[7] Ünal Kılıç, Şehir Yönetimi ve Valilik, Konya 2004, s. 82; Adem Apak, İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. el-As, Ankara 2001, s. 275-277.
[8] Tarihçi Ya’kûbî’nin verdiği bilgiye göre Hz. Ömer’in emri ile Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından kurulan şehirdeki kabilelerin yerleşimi mescid esas alınarak yapılmıştır. (Kitâbü’l-Büldân, s. 310.)
[9] Braudel, a.g.e., s. 101.
[10] Braudel, a.g.e., s. 100-101.
[11] İslam şehirleri ile ilgili bk. Ya’kûbî, Kitâbü’l-Büldân, s. 231-373. (Bu eserin Türçe tercümesi, Ya’kubî, Ülkeler Kitabı, trc. Murat Ağarı, İstanbul 2002, Ayışığı Yayınları).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder