O, kendisinden başkasına değil yalnız O’na ibadet edilmesini emretti” (Yusuf: 40) “Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez.” (Kehf: 26)
Halk değişik görüşlere ve partilere mensub temsilcilerden dilediğini serberstçe seçer ve bu seçilen temsilcilere milletvekili denir. Bu milletvekilleri bir mecliste toplanır ve o mecliste hangi parti yeteri kadar fazlalıkta milletvekili çıkartmışsa o parti devleti idare eder.
Diğer partilere mensub milletvekilleri ise hükümetin muhalefet gurubunu oluşturur. Bu ülkede bütün kanunlar bu meclis tarafından çıkarılır. İnsanlarla ilgili bir kanun çıkarılmak istendiğinde, kanunun çıkmasını isteyen milletvekillerinin sayısı, belirlenmiş olan bir oranı aşarsa artık o hüküm kanunlaşır. Bundan sonra gerek milletvekilleri gerekse halk, kabul etsede, etmese de istesede istemesede bu kanuna uymak zorundadırlar. Bu mecliste bir kanun çıkartılırken o kanunun islama uygun olup olmadığına değil, halkın seçmiş olduğu kimselerin belli bir oy oranıyla o kanunu kabul edip etmemesine bakılır. Şayet bir kanuna, milletvekilleri gerekli çoğunlukta evet derlerse, o kanun islama zıtta olsa farketmez kanunlaşır ve uygulamaya konur.
Demokrasi sistemi, islam dışındaki diğer mevcut sistemlere nazaran fertlere daha fazla hürriyet ve görüş özgürlüğü verdiği için insanların çoğu bu sistemi, islama uygun olup olmamasına bakmaksızın, kabul edip benimsediler ve bu sistemin çok güzel bir sistem olduğu kanaatine vardılar.
Diğer dikta rejimleri altında yaşayan halklarda bu sisteme geçmeyi arzuladılar. Hatta Demokrasinin ne demek olduğunu bilmeyen bazı islamcı yazarlar: “Demokrasi, islam’dandır” demeye başlamışlardır. Bu sözleri onların batıya karşı duydukları iç yenilgi ve aşağılık kompleksinin bir etkisidir.
Rasulullah zamanında, Rasulullah’a daha henüz risalat gelmeden önce Mekkede ki Kureyş kabilesinde de günümüzdeki demokratik meclislere benzer bir sistem hakimdi. Mekkede de Dar’un Nedve denilen günümüzdeki demokratik sistemlere benzeyen bir meclis vardı. Mekke devletini ilgilendiren bütün kararlar bu mecliste alınırdı. Kabile fertlerini temsil eden kabile reisleri bu mecliste toplanır ve meseleler hakkında her kabile reisi kendi görüşünü özgürce belirtirdi. Sonuçta çoğunlukla kabul edilen görüş kanunlaşır ve kabul etseler de etmeseler de bu kanun bütün kabilelere uygulanır ve herkes bu kanuna itaat etmek zorunda kalırdı. Bu meclisin işleyişini; Kureyşliler, Rasulullah’ı öldürmek için burada karar almak üzere toplandıklarında, yaptıkları konuşmalarda ve tekliflerde açık olarak görüyoruz. Kureyşin değişik kabilelerine mensup kabile reislerinin her biri değişik görüşler ileri sürdüler. Sonunda Ebu Cehil’in görüşü uygun görülüp oy birliği ile kabul edildi ve bu uygulamaya kondu. Günümüzün demokratik meclislerindeki işleyiş te bundan daha farklı değildir.
İslam sisteminde hakimiyet; kanun koyma yetkisi yalnız ve yalnız tek bir merciye aittir. O merci ise Allah’tır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İslam devletinde haramlar (yasaklar) ve helaller (serbestler), Rasulullah’a Allah katından gelen Kur’an ve Sünnete göre belirlenir. Allah’ın haram kıldığı bir şeyi bütün insanlar helal (serbest) kabul etse bile müslümanlara düşen Allah’ın hükmünü kabul etmek, bunun dışındakileri ise reddetmektir. Çünkü müslüman bilir ki; bu mesele ibadet meselesidir ve kişi kimin hükmünü kabul edip itaat ederse ona ibadet etmiş olur. Müslüman, ancak her türlü meselede yalnız Allah’ın hükümlerini kabul edip itaat ettiğinde yalnız Allah’a ibadet etmiş olacağını bilir. Allah bu konuda kendisine hiçbir ortak kabul etmez.
Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Hüküm vermek yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına değil yalnız O’na ibadet edilmesini emretti” (Yusuf: 40)
“Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez.” (Kehf: 26)
İslam devletinde, Kur’an ve sünnette haram olduğuna dair hakkında bir delil bulunmayan meselelerde, yine Kur’an ve Sünnete ters düşmemek şartıyla günlük hayatı düzenlemek için bazı kanunlar çıkartılabilir ve bunda hiçbir mahzur yoktur. İslam dini buna izin vermektedir. Örneğin, trafik, imar vb. gibi konularda çıkartılan kanunlar gibi...
İslam sistemini bu şekilde açıkladıktan sonra en basit akıl sahipleri bile hakimiyet ve hüküm verme yetkisini yalnız Allah’a veren islam sistemi ile bunları kayıtsız şartsız millete veren demokratik sistem arasında temelde bir zıtlık var olduğunu kavrayabilir. Demokratik sistemde hükmüne itaat edilmek sureti ile ibadet edilen ilahlar, insanlardır. Çünkü bu sistemde hüküm koyma yetkisi insanların elindedir. İslam sisteminde yalnızca Allah’ın hüküm ve kanunlarına itaat edildiği için, kullara değil yalnızca Allah’a ibadet edilir.
Demokratik sistem müslümanlar için İslam’ı hakim kılma yolunda çalışırken diğer diktatörlük ve baskı rejimlerinden daha fazla özgürlük verebilir. Fakat verilen bu özgürlükler bizim bu sistemin bir parçası olmamızı meşru kılmaz. Daha öncede anlattığımız gibi bu sistemin bir parçası olmak; İslamın temel şartlarından olan hakimiyetin Allah’a ait olması ilkesine zıt olduğu için islam akidesine temelden zıttır.
Öncelikle konunun daha net anlaşılması açısından “Din” ve “Demokrasi” kavramı üzerinde duralım.
Demokrasinin İslamdaki Hükmü nedir?
Kaynağı neredendir?
İslam böyle bir sistemi kabul eder mi?
Bunları açıkladıktan sonra bu sistem içerisinde İslam adına küfür ve şirk işleyerek yapılan particiliğin İslam’daki hükmünü Kur’an ve Sünnet ışığında açıklayalım.
İnsan hayatını düzenleyen, kurallar koyan, insanlara ceza ve mükafat veren her sistem, her ideoloji aynı zamanda bir dindir.
Yani “DİN” insan hayatını düzenleyen esasları koyan, otorite olan, insanlara ceza ve mükafat veren kurallar bütününe verilen isimdir. Bu kurallar, kimin tarafından belirlenip insan hayatına tatbik ediliyorsa, onun ismini alır. Yüce Allah tarafından insan hayatını düzenlemek üzere gönderilen kurallar bütününe İslam; Karl Marks tarafından konulan kurallar bütününe marksizim; Mustafa kemal tarafından batıdan ithal edilen kurallar bütününe Kemalizm denilmektedir. Buna göre bir insan, hangi kurallara göre hayatını düzenliyor hangi kuralların savunuculuğunu yapıyorsa doğal olarak o dine (sisteme) tabidir.
Yüce Allah’a iman eden ve O’nun tarafından gönderilen kurallara teslim olup ona göre hayatını düzenleyen insanlara Müslüman adı verildiğini Kur’an-ı Kerim bildirmektedir. Bu kurallardan herhangi birini ne adına olursa olsun bırakan, bunun yerine başka bir dinin kurallarını alan kimselerin ise müşrik, münafık, fasık ve sapık olduklarını yine Kur’an’ı Kerimden öğrenmekteyiz.
Demokrasinin bir din olarak vasıflandırılmasına şaşılmasın. Allah (c.c)’ın kitabı, her uygulanan beşere ait anayasayı din olarak vasfetmiştir. Allah (c.c) bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“İşte biz Yusuf için böyle bir plan hazırladık. (Aksi halde) kralın dinine (kanununa) göre kardeşini alıkoyamazdı.” (Yusuf: 76)
Bu ayette belirtilen kralın dininden kasıt; koymuş olduğu kanunlar ve vermiş olduğu hükümlerdir. (Taberi, Kurtubi, İbni Kesir ve başka tefsirlerde böyle geçer)
Yahudilik, hristiyanlık, hinduizm, mecusilik nasıl bir dinse, demokrasi, sosyalizm, komünizm, laisizm (laiklik) ve bunlar gibi sistemler de birer dindir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Kim İslam’dan başka bir din kabul ederse o, ondan kabul edilmeyecektir. Ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Ali İmran: 85)
Demokrasi; hayat, insan ve varlık konusunda özel bir düşünceye sahip olan bir dindir ve devleti dinden ayıran laik düşünceyi sabit kılan insanlar tarafından ortaya çıkarılmış, kaynağı beşer olan bir yönetim düzenidir.
Demokrasi dinine göre;
Allah için yapılacak ibadetler ancak mescitler, kiliseler, zaviyeler ve mabedlere hastır. Hayatın özel veya genel meseleleriyle ilgili konular ise demokrasi dinine hastır. Kısacası demokrasi dininde yönetici olan kimsenin Allah’a ait olan yetkileri kendisinde bulundurma hakkı vardır.
Demokrasi dinine göre;
Halk kendi kendine hükmeder. Yani kanun koyan ve kendisine itaat edilen Allah değil insandır.
Demokrasi dinine göre;
Allah’ın dinine muhalif olsada onunla alay edilsede beşeri kanunlara muhalefet edilmediği müddetçe inanç hürriyeti vardır. Dileyen dilediği fuhşu yapar, zina edebilir ve her türlü ahlaksızlığı yapabilir. Zira bu din (sistem) için mukaddes hiçbir değer yoktur. Buna rağmen demokrasi dini (sistemi), demokratlar tarafından itiraz edilmeyen, hesap sorulmayan ve sorgulanamayan üstünlükte görülür.
Demokrasi dinine göre;
İslama zıt bile olsa çoğunluğun görüşü doğru ve geçerlidir.
Demokrasi dinine göre;
Değeri ve kudsiyeti ne olursa olsun –velev ki Allah’ın dini bile olsa- kişinin tercih hakkı vardır.
Demokrasi dinine göre;
Yöneticinin seçimi konusunda en basit ve cahil bir insanla en bilgili insanlar eşit tutulur.
Demokrasi dinine göre;
İnancı ve fikri ne olursa olsun, İslama aykırı bile olsa siyesi partilerin ve değişik grupların oluşumu serbesttir.
Bu anlatılanlara göre demokrasi dininde kendisine ibadet ve itaat edilen ilah insanın heva ve hevesidir. Bundan dolayıda demokrasi bir tağuttur ve Allah’tan başka ibadet edilen tağutların temelini oluşturur. Buna rağmen insanlar bu dine girmekte ve bu dinin gereklerini yerine getirmekten hiç çekinmezler. Bu dine muhakeme olurlar ve devamlı bu dini (sistemi) överler.
Bugün şöyle şaşırtıcı bir durum vardır. Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden kimseler Yahudilik ve hristiyanlık dininin gereklerini yerine getirmekten çekinirler. Buna rağmen demokratik dinin gereklerini yerine getirmekten ve böylece demokratik dine girmekten hiç çekinmezler. Oysa nasıl yahudilik ve hristiyanlık birer din ise aynı şekilde demokrasi, kominizm, sosyalizm de birer dindir ve bu dinlerin hepsi batıldır. Aralarındaki tek fark ise hristiyanlık ve yahudilik semavi asıllıdır. Demokrasi, kominizm, sosyalizm semavi asıllı değil, insanların heva ve heveslerinin ürünüdür.
Beşer anayasasındaki din, Allah (c.c)’ın dini değil demokrasi dinidir. Demokraside ise hüküm verme yetkisi Allah (c.c)’a değil halka aittir.
Oysa Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Bir şeyde ihtilaf ettiğinizde hüküm verecek olan Allah’tır.” (Şura: 10)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, rasule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin! Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, (onun hükmünü) Allah’a ve rasulüne arzedin!” (Nisa: 59)
“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil yalnız O’na ibadet etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur! Fakat insanların çoğu bilmez.” (Yusuf: 40)
Bu ayetlere rağmen asrımızın beşeri anayasası ve onun kulları şöyle diyorlar: “Hüküm halka aittir. Halk kanunların temel kaynağıdır. Yani; halk bir meselede ne derse o geçerlidir ve uygulamaya konulur. Halk bir meseleye haram derse o mesele haram olur veya bir meseleye helal derse o helal olur.
Beşerin kokuşmuş anayasasının kanunları işte böyledir. Beşer anayasasının dini; Rasulullah (s.a.s)’ın, bütün insanların tabi olması için getirdiği ve ondan başkası kabul edilmeyecek olan İslam dini değil, demokrasidir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Kim İslam’dan başka bir din kabul ederse o, ondan kabul edilmeyecektir ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i İmran: 85)
Beşer anayasasının dini, demokrasi dinidir. Bu dinde, insanların çoğunluğunun heva ve hevesine göre hüküm verilir. Oysa bütün kainatın ve insanın Rabbi olan Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“Ne kadar istersen iste, insanların çoğu iman etmezler.” (Yusuf: 103)
“Fakat insanların çoğu bilmiyor.” (Casiye: 26)
“Fakat insanların çoğu şükretmiyor.” (Mümin: 61)
“Fakat insanların çoğu iman etmiyor.” (Mümin: 59)
“Buna rağmen insanların çoğu nankörlükten vazgeçmedi.” (Furkan: 50)
“Onların çoğu Allah’a ortak koşmadan iman etmezler.” (Yusuf: 106)
“Onların çoğu haktan hoşnut değildir.” (Mü'minun: 70)
“Oysa onların çoğu akletmezler.” (Ankebut: 63)
Allah (c.c)’ın insanların çoğu hakkındaki Hükmü işte bu ayetlerde açıktır. Çünkü O, gerçek hüküm sahibi ve insanların yaratıcısıdır. Bu sebeble kullarının durumlarını çok iyi bilmektedir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Yaratan, yarattığını bilmez mi? O, Latif’tir, Habir’dir.”(Mülk: 14)
“Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Zira onlar, zandan başka bir şeye uymuyorlar ve dolayısıyla onlar ancak yalan söylerler” (En’am: 116)
Allah (c.c) bu ayette şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Ve Ey Muhammed’e tabi olan müslüman kullarım! Yeryüzünde bulunan insanların çoğunluğuna uyarak Kur’an’ın hükümlerini terkeder ve çoğunluğu ölçü edinerek beşer aklının ürünü olan hükümlere tabi olursanız biliniz ki; kendilerine tabi olduğunuz o çoğunluk sizi ancak doğru yoldan, haktan ve adaletten saptırır. Çünkü insanların çoğu, bir an önce dünya metaı elde etmek ister ve ahiret değerlerine önem vermez. Bu sebeple Allah’ın bildirdiği gerçeklere ve hükümlere kesinlikle tabi olmaz, ne akli ne fıtri ne de Kur’ani delillere önem vermezler. Bilakis, heva ve heveslerine, zanlarına, meşru olmayan yollara ve yoldan çıkmış azgınların uydurduğu batıl, adaletten uzak, tahminlere dayalı, zulüm dolu üstelik de yalan olan hükümlere tabi olurlar. Onlar için önemli olan dünya metaı elde etmektir.”
Allah (c.c) bu ayette her ne kadar Rasulullah (s.a.s)’a hitab ediyorsa da, buradaki hitab amm (genel)dir ve aslında hem mü’minlere hem de bütün insanlaradır. Çünkü tek başına kalsa bile, Rasulullah (s.a.s)’ın kendisine gelen vahiy dışında başka birşeye tabi olması mümkün değildir.
Allah (c.c)’ın bize bu ayette bildirdiği diğer bir gerçek de şudur:
Her zaman hakka bağlı olanların sayısı az, batıl üzerinde olanların sayısı ise çok olacaktır. Bu sebeble Kur’an’ın hükümlerini gözönünde bulundurmaksızın insanların çoğunluğuna bağlı olmak, itaat etmek ve bunu ölçü edinmek insanı her zaman sapıklığa düşürür.
Öyleyse şu çok iyi bilinmeli ve idrak edilmelidir:
Bir şeyin hak olup olmadığı veya doğru olup olmadığı, o şeye bağlananların çokluğu ile ölçülmez. Bir şeyin hak olup olmadığını öğrenmek için baş vurulacak ölçü; şeriat hükümleri, sahih akıl (tarafsız, herhangi bir etki altında olmayan akıl) ve selim (sağlam, kusursuz.) fıtrattır. Buna göre insanların çoğu hakka karşı gelse, heva-heveslerine ve menfaatlerine hoş gelmediği için şeriate, sahih akla ve selim fıtrata bağlanmasalar bile, her ferde düşen görev; şeriatin, sahih aklın ve selim fıtratın kabul ettiği delillere tabi olmaktır.
Şu iyi bilinmelidir ki şeriat, sahih akıl ve selim fıtrat asla birbirine zıt olmazlar, çelişmezler.
“Zira onlar, zandan başka bir şeye uymuyorlar ve dolayısıyla onlar ancak yalan söylerler”(En’am: 116)
Allah (c.c) ayetin bu kısmında şöyle buyuruyor:
“İnsanların çoğu, gerek inanç yapılarını, gerek hayat düzenlerini ve gerekse diğer amellerini olsun, menfaatlerine, heva-heveslerine, zanlarına ve tahminlerine göre düzenlerler. Allah’ın şeriatindeki hükümleri, sahih aklın ve selim fıtratın kabul ettiği doğruları ise hiç önemsemezler. Çünkü onların ölçü edindikleri değerler; heva-hevesleri, zanları, tahminleri ve menfaatlerine uygun olan şeylerdir.”
Bu ayetler bizlere şunları göstermektedir:
ØGerek zamanımızda ve gerekse her zaman insanların çoğu şirk, küfür ve her türlü sapıklık üzere olmuştur ve olacaklardır. Çünkü insanların çoğunluğu; Allah (c.c)’ın şeriatini terkedip yürürlükten kaldırıp, beşer ürünü olan kanunlara ve heva-heveslerden çıkan adetlere uymaktadırlar.
Øİnsanları kandırmak için ortaya çıkarılmış olan ve zamanımızdaki çok ilahlık sistemi olan demokrasiye tabi olanlar şirk, küfür ve dalalet üzeredirler.
Allah (c.c) nebisine, katından indirdiği hükümlerle insanlar arasında hükmetmesini emretmiş ve onu insanların heva, heves ve görüşlerine tabi olmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet! Onların hevalarına uyma! Allah’ın sana indirdiği şeylerden bazılarında seni fitneye düşürmelerinden sakın!” (Maide: 49)
Allah (c.c)’ın bu ayetindeki “bazılarında” lafzına dikkat et! Allah (c.c) bazı şeylerde bile kafirlerin hevalarına uymaktan rasulünü sakındırıyor. Fakat beşer anayasası; “hüküm halka aittir, halk kanunların temel kaynağıdır” diyor. Bundan daha çirkin ve daha alçak bir durum var mıdır? Allah (c.c)’a ve O’nun şeriatine karşı çıkmaktan daha aşırı bir sapıklık var mıdır? Allah (c.c)’ın dinine ve şeriatine bundan daha büyük bir saldırı olabilir mi?
Tağutlar ve onlara bağlı olan sahte alimler ve menfaatçiler Allah (c.c)’nun: “(Umuma ait) işlerde Onlarla istişare yap. Kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven.” (Ali İmran: 159) ve “Onlar bir iş yaparken aralarında istişare ederler.” (Şura: 38) ayetlerini kendilerine delil alarak İslam inancına aykırı olan demokrasi fikrini, İslam’da meşru göstermeye çalışmaktadırlar.
İnsanları kandırmak için: “Allah (c.c), ayetlerinde istişare yapılmasını emrediyor. Zaten demokrasi de bundan ibarettir. Bu istişare, herkesin görüşlerini ortaya çıkarmakta ve en uygun olan görüş, çoğunluğun kararına göre alınmaktadır. İşte bu, Demokrasinin ta kendisidir” derler. Bu şekilde İslamda, demokrasiden çok farklı olan İstişare meselesini saptırarak, insanların uydurduğu demokrasiyi istişareye benzetip insanları aldatırlar.
İslam da; ehli hal ve’l akd, İslam ümmetinin liderini yani halifeyi seçer. Liderin seçimi demokrasilerde olduğu gibi insanların hepsi tarafından sandık başına gidip oy kullanarak değil ehli hal ve’l akd tarafından seçilir.
Allah (c.c) şöyl buyuruyor:
“(Umuma ait) işlerde Onlarla istişare yap.”(Al-i İmran: 159)
Bu ayette hitap, ne kadar Rasulullah (s.a.s)’e yöneliksede bütün islam ümmetine yöneliktir. Bu yüzden İslam ümmetinin, önemli işlerde istişare etmesi gerekir. İslam ümmeti için en önemli işlerinden biriside halifeyi tayin meselesidir. Müslümanların rızası olmadan ve onlarla istişare edilmeden halife tayin edilmemesi gerekir.
Tabi bu konuda muteber olan, bütün müslümanların görüşü değil, ehli hal ve ve’l-akd’in görüşüdür. Rasulullah (s.a.s) dönemindeki eh-i hal ve’l-akd; sahabelerin en ileri gelenlerinden ve ilim sahiplerinden, Rasulullah (s.a.s) ile çok fazla haşır neşir oldukları için çok isabetli görüşlere sahip olan, Rasulullah (s.a.s)’den sonra bu ümmeti en güzel kimin idare edebileceğini çok iyi bilen kimselerdi. Hicri birinci asırda ehli hal ve’l-akd, bu kimselerden oluşuyordu, onlardan sonraki asırlarda ehli hal ve’l-akd onlara en çok benzeyen kimselerden olmalıdır. İşte halife böyle kişilerin seçimi ile tayin edilir. Çünkü bütün İslam ümmeti bu kişilere güvenir bu hususta yetki tanır ve onların seçtiği kişiden razı olurlar.
Fakat halifenin, bütün ehli hal ve’l-akd’in ittifakıyla seçilmesi şart değildir. Onların çoğunluğunun bir kişinin üzerinde ittifak etmesi yeterlidir. Tıpkı Ömer (r.a)’ın kendisinden sonra halifenin nasıl tayin edileceğini belirtmesi gibi… Onların çoğunluğu aralarında bir kişiyi seçeceklerdi. Bu seçimden sonra bütün müslümanların, Kur’an ve sünnete bağlı kaldığı müddetçe itaat etmek üzere halifeye beyat etmeleri gerekir. Halifeye itaat sağ kaldığı müddetçe farz olduğu gibi ölümünden sonra da farzdır. Bu yüzden halife kendi vefatından sonra bir halife tayin edecek olursa, o kişiyi halife seçip itaat etmek de farz olur. Tıpkı Ebu Bekr (r.a)’ın kendi vefatından sonra Ömer b. Hattab’ı halife tayin etmesinde olduğu gibi...
Şayet halife belli bir kişiyi tayin etmez de, halifenin belli bir gurup içinden seçilmesini tavsiye ederse halifenin ancak bu kişiler arasından seçilmesi gerekir. Tıpkı Ömer b. Hattab’ın kendisinden sonraki halifenin, tayin ettiği altı kişi arasından seçilmesini vasiyet etmesi gibi… Eğer halife hiç kimseyi tayin etmezse ehli hal ve’l-akd halifeyi seçer. İşte İslamdaki halifeyi liderini seçim şekli bu şekildedir. Demokrasilerdeki gibi halkın çoğunluğunun sandık başına gidip oy kullanarak değildir elbette.
Evet, İslam dini istişare yapmayı emretmektedir ve Allah (c.c) istişare yapmayı ayette çok açık olarak bildirmiştir. Rasulullah (s.a.s) genellikle bir işe kalkışacağı zaman, müslümanlarla istişare yapardı. İstişare meselesini insanların uydurduğu demokrasi sistemiyle özleştirmeye kalkanlar İslam’ı saptırarak, insanları aldatmak isteyenlerden başkası olamazlar.
İslam devletinin reisi bir işe kalkışacağı zaman müslümanlarla istişarede bulunması gereklidir. Fakat istişare ettiği müslümanların görüşüne mutlaka uymak zorunda değildir. Son söz yine kendisine aittir. Dilerse müslümanların uygun gördüğü şeyi yapar, dilerse kendi uygun gördüğü şeyi uygular. İslam devletinin reisi, hakkında nas olmayan, herhangi bir meselede karar vermek için seçtiği, güvendiği ve o konuda ilim sahibi olan kişilerin görüşlerine başvurur, sonra bildirilen görüşlerden İslam ve İslam ümmeti için hayırlı olduğuna kanaat getirdiği görüşü, kendisi seçer. Hiçbir zaman mutlak surette çoğunluğa tabi olması gerekmemektedir. Allah (c.c) bu ayette “kararını verdiğin zaman” buyurarak son sözün müslüman emire ait olduğunu apaçık bir şekilde bildirmektedir. Bu hitab, Rasulullah’a ve ondan sonra gelen emir sahiplerinedir.
İstişare ancak; takva sahibi, Allah’tan korkan, her şeyini Allah yolunda feda eden ve etmeye hazır, Allah’ın emirlerini yerine getiren yasaklarından kaçınan kişilerle yapılmalıdır. Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen, yasaklarından kaçınmayan, günah işleyen, Allah’a inanmayan, İslam dinine kin besleyen, düşman olan, Allah’ın şeriatine zıt olmasına aldırmadan, teşri koyma yetkisini kendisinde gören kişilerle istişare yapılmaz. Böyle kişilerle istişare yapmak caiz değildir.
Rasulullah (s.a.v)’de istişare yaptığında, her zaman istişarede bulunduğu müslümanların, görüşleriyle amel etmiş değildir. Onların görüşlerine muhalif hareket ettiği de olmuştur. Bu konuda şöyle birşey akla gelebilir:
Madem ki sonucuna uymak daima şart değil, o halde istişare yapmanın hikmetleri nelerdir?
Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Ø Müslümanların sahip oldukları görüş ve düşünceleri ortaya çıkarmak,
Ø Emirin, maslahata uygun, en doğru ve sıhhatli kararı vermesine yardımcı olmak,
Ø Emirin müslümanların görüşlerine kıymet verdiğini hissettirmek.
İstişare sonucu müslüman emir, istişare ettiği kişilerin görüşünü, İslam cemaati için daha faydalı bulur ve kalbi mutmain olursa, o görüşle amel eder. Eğer o görüşü uygun bulmazsa, o zaman son hüküm kendisine ait olduğu için kendi görüşüyle amel eder. Fakat emirin vereceği hükmün Kur’an ve sünnete asla muhalif olmaması gerekir. Zira Kur’an ve sünnete muhalif bir görüşü bütün müslümanlar benimsese bile müslüman emirin buna uymaması gerekir. Bunun açık örneğini Hudeybiye anlaşmasında görmekteyiz.
Hudeybiye anlaşmasında yazılan anlaşma şartlarını bütün müslümanlar kabul etmemesine rağmen, Rasulullah (s.a.s) onlara göre değil, Allah’tan gelen vahye göre hareket etmiş ve anlaşma şartlarını kabul etmiştir. Müslümanlar bu anlaşma şartlarıyla, İslam’dan taviz verildiği görüşündeydiler. Fakat Rasulullah (s.a.s) kendisine gelen vahiyle, bunun İslam’dan taviz vermek olmayıp, bilakis müslümanlara büyük menfaatler sağlayacak bir anlaşma olduğunu biliyor ve bu yüzden müslümanlara şöyle diyordu;
“Ben Allah (c.c)’nun kuluyum ve O’nun rasulüyüm. O’nun emrine asla muhalefet etmem. O beni pişman etmez.” (Siyeri İbn-i Hişam)
Gerçekten de bir müddet sonra Hudeybiye anlaşmasının müslümanların menfaatine olduğu apaçık ortaya çıktı.
İstişareden sonra lider bir karar verdiğinde, liderin aldığı karara muhalif görüş beyan etmiş olan kimselerin, artık kendi görüşlerini terk edip, liderin seçtiği görüşü benimsemeleri gerekir. Daha sonra liderin aldığı kararın yanlış, kendi görüşünün haklı olduğu ortaya çıksa bile, hiç bir müslümanın bundan dolayı lideri suçlamaması veya “Lider benim görüşümü dinlemediği için müslümanların başına bu musibet geldi” dememesi gerekir.
Liderin aldığı karar, kendi görüşüne uygun olmadığı zaman lidere itiraz etmek veya bu karardan dolayı ona tavır almak; bu karardan dolayı müslümanlar bir eziyet gördüklerinde “Lider benim görüşümü dinlemediği için müslümanların başına bu musibet geldi” demek münafıkların özelliklerindendir. Bu konudaki en açık örnek Uhud savaşında Rasulullah (s.a.s.) kendi görüşüne uymadı diye, ordunun üçte birini geri döndüren münafıkların lideri Abdullah b. Ubey b. Selül’dür. Kendisinde münafıklık sıfatı bulundurmak istemeyen kimselerin bu tür tavırlardan kaçınmaları gerekir.
İstişare, ancak hakkında Kur’an ve sünnetten açık bir delil olmayan meselelerde yapılır. Hakkında açık delil bulunan meselelerde istişare yapmak, Allah’ın emirlerini, şeriatini reddetmek ve ilahlık taslamak demektir. Zamanımızdaki demokrasi sisteminin özelliği işte budur!
Demokrasilerde, verilen kararların veya çıkarılacak kanunların Allah’ın emrine uyup uymadığına, hakkında Kur’an ve sünnette delil olup olmadığına bakmadan, insanların çoğunluğuna göre hüküm verilir. Yine; kendileriyle istişare yapılacak kişilerin, kimlerin arasından da seçileceğine dikkat edilmez. Seçilenlerin, Allah’ın emrine göre hareket edip etmemeleri, yasaklarından kaçınıp kaçınmamaları, Allah’a inanıp inanmamaları, Allah’ın haklarını gözetip gözetmemeleri önemli değildir. Önemli olan, istişare yapılacak kişileri halkın seçmiş olmasıdır.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Size ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinize yazıklar olsun! Artık akletmez misiniz?” (Enbiya: 67)
Bu açıklamalardan sonra küfür ve şirk işleyerek İslam adına yapılan particiliğin hükmüne geçmeden önce şunu belirtelim ki; dinin hakim kılınması yolunda çalışan müslümanlar küfür devleti içinde, “ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE” akideden tavizler vererek bir takım mevkiler elde edip ve bu mevkiler vasıtasıyla islam’ı hakim kılmaya çalışması bu dinin metodu değildir ve bu metod asla başarıya ulaşamaz. Şayet böyle olsaydı Rasulullah (s.a.v) müşriklerin bu teklifini kabul ederek Kureyş’in en yüksek makam ve mevkilerini elde eder ve bu mevkiden islam’ı hakim kılmak için çalışırdı. Fakat bu din akideden taviz verilmesine asla yanaşmaz. Kâfirlerin kendi inançlarından bazı tavizler vermeleri onlar için pek önemli olmayabilir. Fakat bir müslüman için bu asla mümkün değildir.
Kafirlerin düşüncelerini idrak edemeyen bir çok kişi islam’ı getireceğim diye partiler kurup, kafirlerin kontrolleri altında miting ve konferanslar düzenlemektedirler. Bunlar islami hareket metoduna temelden zıt şeylerdir. Çünkü islami hareket metodu hiçbir zaman kafirlerin kontrolü altına girmeyi kabul etmez.
Rasulullah (s.a.v) kendisine yapılan teklifleri reddederek müslümanın hedefini bildirmiştir. Müslüman hiçbir zaman kendi hükümranlığını kurmak için çalışmaz. Onun gayesi yeryüzünde yalnız Allah’ın hakimiyetini kurmaktır. Yoksa kendi hakimiyetini kurmak değil, işte Rasulullah (s.a.v) kendisine yapılan şahsi hükümranlık, liderlik tekliflerini reddederek bunu bizlere pratik olarak göstermiştir. O’nu örnek alan müslümanlara selam, O’na uymayanlara yazıklar olsun.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” (Ahzap:21)
Şimdi Allah’ın yardımıyla günümüzde “ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE” küfür ve şirk işleyerek yapılan particiliğin İslam’daki hükmünü açıklayalım. Bir amelin meşru olmasının veya olmamasının ölçüsü Allah’u Teala tarafından bildirilen hakikatlere uyup uymamasıdır. Yapılan iş, Allah’ın vahiyle bildirdiği doğrulara uymuyorsa, o amel gayri meşrudur. İman ve küfür sınırlarının dışına taşmıyorsa meşrudur. Allah’ın hükümlerinin kerih görülmek sureti ile oluşturulan kanunların tanzim ettiği hudutlara meşru zemin dememiz mümkün değildir. Şirk kanunlarının oluşturduğu bu gayri meşru hudutlara boyun eğerek tabi olmak, buna da meşru zeminde mücadele demek, hakikati ters düz etmek demek olur.
Helal ve haram hudutlarını muhafaza etmedeki hassasiyetlerini yitirmiş, beşeri kar ve zarar hesaplarıyla İslamı hareket adına ortaya çıkarak, insanları “ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE” Particilik yapmaya ve rey vermeğe çağıran çevrelerin, bu amel ve davetlerinin meşru (mubah) olmadığını öğrenmek için, İslamın hükümleri çerçevesinde olayı sorgulamamız, ortaya çıkacak hakikate teslim olmamız zaruridir. İslami hareket adına ve müslüman kimliği ile bu topraklarda yapılan particilikte, hiçbir tevil götürmeksizin, başlıca dört noktada Allah’ın hudutlarının tahrip edildiğini görmekteyiz.
ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE; Particiliğin doğal sonucu olarak üyesi olunmaya azmedilen, Allah’ın değil milletin çoğunluğunun hakimiyyetini esas alan meclisin üyesi olmak için şart koşulan, mevcut düzene sadakat andını, şakaylada olsa, taktik icabıda olsa, kadrolaşmak niyeti ilede olsa telaffuz etmek asla helal değil küfürdür. Çünkü, ikrah olmadan, kendi iradesi ile tekzip edici sözleri telaffuz eden kimse müslümanlık vasfını yitirir. Bu hususta Hükmü veren bizzat Allah-u Teala’dır:
“Kalbi imanla dolu olduğu halde, ikraha uğratılanlar müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkar eder, kalbini inkara açık tutarsa işte Allah’ın azabı o gibilerin üzerinedir. Bunlara büyük bir azap da vardır. Bunun sebebi dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Allah’ın kafirleri doğru yola sevketmemesidir.” (Nahl: 106-107)
Bu ayetin, Rasulullah (s.a.v)’in getirdiği dini yalanlamak manasına gelen sözler söyletmek için, mü’minlere işkence edilmesi, bu mustazafların da kafirlerin hoşuna gidecek kelimeleri istemeden söylemesi neticesinde, ortaya çıkan durumun hükmünü belirtmek için nüzul olduğu konusunda ittifak vardır. Allah-u Teala, bu kat’i hükmüyle, ikrah-ı mülci olmadan, peygamberin getirdiklerini yalanlamak manasına gelen sözleri söylemenin küfre sine-i kabul açmak olarak değerlendiriyor. Ancak ağır ikrah altında benzeri sözleri söylemenin insanı mazur kılacağı haber veriliyor. İslamdan haberi olan herkes şunu çok iyi biliyor ki bir insanın kalben islamı tekzip edici bir şeye inanması, dili ile söylemese bile o insanı kafir eder. Dolayısı ile, buradaki: “küfre gönül açmak olayının” ikrah ile kayıtlanması, ikrah olmadan elfaz-ı küfrü telaffuz etmenin küfre sine açmak olarak değerlendirildiği kesindir. Hükümde ortağı olmayan yüce Allah’ın bu Hükmü karşısında “duyduk ve iman ettik” demekten başka yapılacak pazarlık teşebbüsleri, ahmaklıktır...
İslam şeriatini kötü, tiksindirici gören ve hüküm koyma hakkının Allah’ın değilde milletin olduğunu söyleyen ilkelerin, ideolojilerin sapıtmış oldukları ve yoldan çıktıkları apaçık bir gerçektir. Bu nedenle, bir müslüman ikrah olmadan, kalben tasdik etmeyip, kalbinin imanla dolu olduğunu iddia etse bile; ben koministim, kapitalistim veya Atatürkçüyüm veya hakimiyyetin (kanun koyma hakkının) milletin çoğunluğuna ait olduğuna inanıyorum demesi, bu manadaki elfaz-ı küfür (küfür sözler) sözleri telaffuz etmesi kişiyi islam dininden çıkarır. Kişi bu açık (sarih) sözleri şaka maksadıyla söylediğini ve kalbinin imanla dolu olduğunu iddia etse bile onun bu sözlerine itibar edilmez. Çünkü bazı söz ve ameller vardır ki işte bu amelleri işleyen kimsenin niyetine bakılmaz ve tekfir edilirler. Bu konuda bütün alimler ittifak etmişlerdir. Küfür sözler ve hareketler ile ilgili konu Elfaz-ı Küfür, Efal-i Küfür başlığı altında genişçe açıklanmıştır.
Bu bilgiler ışığında “ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE” parlementoya girmek için ikrarı şart koşulan, “ben atatürkçüyüm”, “ben laikim”, “hakimiyyetin kayıtsız şartsız milletin olduğuna inanıyorum”, gibi açık lafları bir müslümanın telaffuz etmesinin küfür olduğu anlaşılmaktadır. İkrah olmadan (bu sözleri söyle, söylemezsen seni katlederim veya gözünü kör ederim gibi tehditler yoksa, bu tehditlerin icra edilme ihtimali mevcut değilse) bir müslümanın tebliğ için, iktidara gelmek için benzer sözleri söylemesi asla mübah değildir. Velev ki; bütün dünya müslüman olacağını vadetse bile bir dakikalığına da olsa bu münkeri işlemeye hakkımız yoktur. Tek hüküm koyucu Allah’ın Hükmü budur, O’na nasıl kulluk yapacağımızı ancak O’ndan öğreniriz, kendi aklımıza göre ibadet ve kulluğun şeklini belirlersek sonumuz yahudiler gibi olur. Bu şartlarda islam adına Particilik yapanlar bu işi, ikrah altında kaldıklarından yapıyor değiller, bilakis parlemantoya girebilmek için milyonlarca para harcamakta, kitlelere oy vermeleri için yalvarmaktadırlar. Kendi rızaları ile işledikleri bu küfrü ikrahla izah etmeleri mümkün değildir.
Müşriklerin Tevhid tebliğcilerine attıkları çengellerin en tehlikelisi ve en etkilisi onları uzlaşmaya çağırmak olmuştur. Özellikle, Mekke müşriklerinin Hz. Rasul’e yaptıkları uzlaşma teklifleri siyer kitaplarını doldurmaktadır. Tevhid ile şirk uzlaşmaları mümkün olamayan iki zıt kutuptur, birinin olduğu yerde diğerinden en küçük bir parçanın bile bulunması imkansızdır. Bu bakımdan Tevhid şirke en ufak bir ödün vermeye kalktı, yada şirk tevhidden en ufak bir taviz koparabildimi, herşey bitmiş demektir. Bunu çok iyi bilen müşrik mantığı, ilahlarının kötülenmemesi, dinlerine karşı çıkılmaması ve Tevhidin bu kadar açık ve net anlatılmaması karşılığında Tevhidin tebliğcilerine çok büyük tavizler vermeğe razı olmuşlar; ama rasuller bunu hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Müşriklerin uzlaşma açısından kullandıkları en etkili silahlardan biride, rasulleri kendi sosyal örgüleri içine, hatta bu örgünün en başına çekmek uğraşısı olmuştur. Ama, rasuller hiçbir zaman bu tür teklifleri kabule yanaşmamışlardır.
Bazıları Mekke’lilerin Rasulullah’a yaptıkları teklifleri kabul edip, ileri gelenlerin gönlünü kazanarak daha kolay tebliğ yapabilirdi; putlarına birşey demeden ve bu derece açık ve net konuşmadan tebliğ yapabilirdi; böylece de uğranılan işkencelerden kendisi ve mü’minler kurtulabilirdi; Mekke’de kendisine teklif edilen reisliği kabul ederek, makamının sağlayacağı fırsatları ve yararları kullanarak daha etkili ve kolay tebliğde bulunabilirdi gibi gerçeğe hiç de uymayan itirazlar yöneltmişlerdir. Bunlar Tevhidi, imanı ve Tevhidin gerçekleşme yolunu bilmeyenlerin itirazlarıdır. Tevhid iki tür insanın arasına en belirgin sınırı koyan nizamdır; inananla inanmayanı en açık şekilde belli eden, kulların yeryüzünde geçirdikleri imtihanı kazanıp kazanmadıklarının göstergesi ve delilidir.
Tevhid tebliğcisi uzlaşma tekliflerini yöntem açısından uygun bulma gibi bir hatayada düşebilir. Şirkin egemen olduğu bir toplumda hükümdarlık yaparak tevhidi hakim kılacağını sanabilir. Hükümdarlığın, zenginliğin, ünün, servetin ve nüfus sahibi olmanın vereceği avantajlarla daha iyi tebliğde bulunabileceği düşüncesine kapılabilir. Oysa, Rasulün hayatı bu tür düşünceleri tümüyle geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. O, önce tevhidin “La”sıyla işe başlamış, Allah’tan başka tüm sahte ilahları ve rabları reddetmiş, tüm şirki niteliklere karşı çıkmış ve tüm açıklığıyla tevhidi ilan etmiştir. Tevhid Mekke’de kendisini en duru bir inançla omuzlayacak bir cemaat bulacaktır ki, şirki yıkma savaşına girebilsin ve medineye kavuşabilsin bu bakımdan, Tevhidi kabul edenler gerçekte neyi niçin kabul ettiklerini çok iyi bilecek, reddedenlerde neyi niçin reddettiklerinin tümüyle bilincinde olacaklardır. Tevhidin tebliğ şeklini ve yolunuda Allah çizmiştir ve Hz. Rasul ancak onun çizdiği yoldan yürüyordu. Allah uyarıyordu her türlü uzlaşmacılığa karşı rasulünü.
Bu konudaki tartışma ve tevillerle ilgili hükmü, Allah’u Teala İsra suresindeki 73-75. ayetlerde vermiştir.
İbn-i Abbas (r.a.)’dan rivayet edilmiştir. O der ki:
“Umeyye b. Halef, Ebu Cehil b. Hişam ile Kureyşten diğer bazı kimseler çıkıp Hz. Peygamber (s.a.s)’in huzuruna geldiler ve O’na: “Ey Muhammed! Gel bizim putlarımıza el sür de bizde seninle birlikte dinine girelim.” demişlerdi. Kavminin O’nu terketmiş olması O’na çok ağır gelmişti. Kavminin müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Bu sebeple onlara meyletmeyi düşündü. Bunun üzerine Allah (c.c.) şu ayet-i kerimeleri inzal buyurdu:
“Az daha onlar seni sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi, işte o zaman seni dost edinirlerdi. Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin. O taktirde sana hayatın da ölümünde kat kat azabını tattırırdık, sonra bize karşı bir yardımda bulamazdın.” (İsra: 73-75) (Bu haberi, İbn-i Ebi Hatim rivayet etmiştir. Abdulfettah el Kadi, Esbab-i Nuzul)
İslamın varlık yokluk mücadelesi verdiği bir ortamda bile, bütün Kureyşin müslüman olması vadine karşılık, putlara bir defalığına “taktik icabıda olsa” el sürmesine izin verilmemiştir. Allah’ın Rasulü (s.a.v) bir yıl içerisinde ben bunları tümüyle Tevhide döndürebilirim şeklinde pragmatist bir düşünceye kapılabilirdi ama sonunda kaybeden yine kendisi olurdu. Allah tarafından böyle bir iş yapanın peygamber dahi olsa dünya ve ahirette rüsvay edileceği hükme bağlanmıştır. Bu nedenle bende müslümanlardanım diyen her ferdin, durumunu gözden geçirmesi, ihlasla, Allah’ın emirlerine boyun eğmesi gerekmektedir.
Partilerde yani “ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE” İslami mücadele verdiğini iddia edenlerin ilk gayelerinin, milletvekili olmak, bilahare fırsat bulurlarsa bakanlığa veya başbakanlığa soyunmak olduğunu kimse inkar edemez. Bugünkü mecliste çıkarılan, Allah’ın hükümlerinin tekzip edici kanunlara en ufak bir katkıda bulunmanın bile küfür olduğu malumdur. Bu şirk kanunlarını icra etmek konumunda olmanın helal olacağını da hiç bir aklı selim söyleyemez. Bir kimse şeriate inansa bile Allah’ın helal kıldığı işleri yasaklayan (haram kılan) veya haram kıldığını serbest bırakan (helal kılan) kanunları nefsine de insanlara da tatbik etmek hakkına sahip değildir. Şirk ahkamını (kanunlarını) uygulamak makamında bulunmak, İnsanı kafir yapar. Hiç bir islam alimi, küfür ahkamıyla icra da bulunmanın mübah olduğuna dair içtihatta bulunmamıştır. Zaten böyle bir içtihat yapmak imkansızdır. Allah’ın Hükmü dururken... (Maide suresi: 44-45-47 ayetleri meseleyi aydınlatmak için yeterlidir.)
Küfür olan amelleri bir saatliğinede olsa, tebliğ etmek veya iktidara gelmek için işlememiz helal değildir küfürdür. Nasıl ki bütün insanlar bize, islama iltihak edeceğini vaad etse bile bunların müslüman olması için bir yudum şarap içmemiz veya bir kerecik! zina yapmamız helal değilse; imam hatipler açmak veya devleti çaktırmadan! Ele geçirmek gibi bir niyetle de olsa bu devlete müslüman kimliği ile, başbakanlık, bakanlık veya idarecilik yapamayız.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Kendilerine doğru yol açıkca belli olduktan sonra mürted olup tekrar küfre dönenlerin yaptıklarını şeytan kendilerine hoş göstermiştir. Çünkü onlar Allah’ın indirdiklerini hoş karşılamayanlara: “Biz size ileride bazı hususlarda itaat edeceğiz” dediler. Halbuki Allah onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken halleri nice olacak?” Çünkü onlar Allah’ı gazablandıracak şeylere uydular ve O’nun rızasını hoş karşılamadılar. Bunun üzerine Allah da onların amellerini boşa çıkarıverdi.”(Muhammed: 25-28)
Şeyh Süleyman b. Abdillah al’Eş-Şeyh bu ayet hakkında şöyle dedi:
“Allah (c.c)’ın indirdiğini sevmeyen müşriklere bazı konularda itaat edeceklerine söz veren, sözünü yerine getirmese bile kafir olur. Allah (c.c)’ın indirdiğini sevmeyen müşriklerin istedikleri gibi hareket eden kişinin durumu acaba nasıl olur?”(Ed-Durer’us Seniyye c:8 s:136)
Allah (c.c) bu ayette İslamı anladıktan sonra şeytanın batılı süsleyip doğru olarak göstermesi sonucu şeytana uyarak dinden çıkıp tekrar küfre dönenlerin ilimlerinin kendilerine fayda vermeyeceğini bildiriyor.
Tıpkı bunun gibi zamanımızda gerçeği bilen bazı kişiler şeytan tarafından aldatılarak hiçbir şekilde gerçek zorlama olmaksızın küfür sözü söylüyorlar veya insanı küfre sokan ameller işliyorlar, sonra da bunun kendilerini dinden çıkarmadığını ve hakkı bildiklerini, Kelime-i şehadeti sevip manasını kabul ettikleri için ne yaparlarsa yapsınlar dinlerine, imanlarına zarar gelmeyeceğini zannediyorlar. Halbuki onlar şu gerçeği unutuyorlar: Müslümanlardan bazıları İslamı bilip sevdikleri halde mallarına, canlarına veya ailelerine bir zarar gelmesinden korkarak veya geçici bir dünya menfaati elde etmek için kafirlere uydular ve İslamı uygulamayı terkederek dinden çıktılar.
Allah (c.c) devamla şöyle buyuruyor:
“Çünkü onlar Allah’ın indirdiklerini beğenmeyenlere: “Biz size ileride bazı hususlarda itaat edeceğiz” dediler.”
Bu ayette Allah, helal ve haramların söz konusu olduğu bazı meselelerde katından indirdiği hükümleri beğenmeyen ve bu hükümlere karşı büyüklenen müşriklere bazı meselelerde itaat edeceklerine söz verenleri verdikleri sözü yerine getirmeseler ve kandırma niyetinde olsalar bile kafirlere “Size ileride bazı hususlarda itaat edeceğiz” diyen kişilerin mürted olduklarını bildiriyor. İman etmelerine rağmen bu sözü söyledikleri için mürted oluyorlar ve imanları onlara fayda vermiyor.
Eğer bu kişiler mürted oluyorsa, Allah’ın kanunlarını beğenmeyen Rasulullah’ın şeriatını, beşeri ve tağuti kanunlarla değiştirip, bu küfür kanunlarını üstün gören, müşrik ve kafirleri destekleyenler; Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kıldıkları zaman onlarla mücadele edilmesini hoş karşılamayanlar, tağutları sevmeyip kanunlarına uymayan ve İslamı hakim kılmak için çalışan tevhid ehlini hatalı bulanlar, tevhid ehline zarar vermeleri için kafirlere maddi ve manevi yardımda bulunanlar, tağutların başarıları için sevinen ve başarılı olmaları için ellerinden geleni yapmaktan çekinmeyen kimseler şüphesiz bunlar, daha mürted, daha sapık, daha şerli kimselerdir.
İslamı esas almayan kanunlar mahiyet itibari ile zulümdür. (İmam Şafii, Er-Risale, Madde:71)
Zulmü kamilen icra etmek ile birazı arasında fazla fark yoktur, her iki halde de zulüm mevcut olduğundan küfür işlenmektedir. “Ben yapmazsam başkası yapar, ben yapınca baskı azalır.” gibi bir gerekçe ile küfrün icra merciinde bulunarak, insanlara “biraz zulüm” yapmaya hakkımız olmadığı gibi, zulümün birazı da helal olmaz. İslamı esas almayan kanunlarla zulmü hafifletme iddiasında bulunanlar, insanlara en büyük zulmü yapmış olurlar ki buda küfürdür. Hakikat bu olduğuna göre doğruya teslim olarak Allah’ın hudutlarını tahrip etmeden Rasullullah’ın metodunu uygulamamız üzerimize farzdır. Allah’ın gazabını değil, rızasını kazanmakta samimi isek, Yüce Rabbimizin yasaklamadığı, helal kıldığı yollardan sapmadan mücadele etmemiz, tevfik ve zaferi sadece O’ndan beklememiz gerekir.
Partiler, devletin verdiği bir tüzel kişiliğe sahip olduklarından, mevcud kanunlar gereği, tağutların resmini asmak ve anayasa çerçevesinde mücadele edeceğini ilan etmek mecburiyetindedirler. Hakimiyyeti Allah’tan alıp kavimlerine verdiklerini ilan ettikleri günleri “bayram” günleri kabul eden mürtedleri kutlamak, onların törenlerine katılmak da particiliğin resmi görevlerindendir.
Halbuki, bir müslümanın ikrah-ı mülci olmadan, kendi iradesi ile islami mücadelenin selameti için de olsa, İslam şeriatini kerih görerek yasaklıyan bir önderin resmini asması (bu resim asma işi o öndere hürmet manası ifade eder ki bu efal-i küfre girer) veya anayasalarına bağlı kalacağına söz vermesi veya kafirlerin bayramlarına katılması kesinlikle küfürdür.
Rasulullah (s.a.v), müşriklerin meclisi olan Darun nedve’nin mensuplarına ve bütün insanlara tebliğ etmiştir, fakat tebliğ etmek için de olsa asla Darun nedve’ye üye olmamıştır. Meclise girmek için, mahiyeti küfür ve şirk olan yeminleri söyleme şartı bulunmasa, şirk kanunlarını icraya talip olunmasa bile bir müslümanın, Allah’ın şeriatına hakaret edilen meclislerde oturması dahi küfürdür.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Allah size Kur’an’da: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe o kafirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah münafıkların ve kafirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisa: 140)
Son olarak; demokratik sistemde bir parti kurup meclise girmenin İslama göre caiz olduğunu söyleyenlerin getirdikleri delillerin neler olduğunun öğrenilmesi ve bunların geçerli deliller olup olmadığına karar verilmesi için, Mısır’daki -İhvan-ı Müslim- hakkındaki açıklamadan sonra, o sıradaki İhvan’ın lideri olan Ömer Tilmisani’ye ile yapılan tartışmayı aktaracağız. Ömer Tilmisani ile yapılan bu tartışmanın hidayeti arayan kimseler için aydınlatıcı bir ışık olmasını temenni ediyoruz.
İhvan-ı Müslim’in Mısır’daki İslam cemaatlerinin en büyüklerinden biridir. Parti kurulması noktasında kendilerine izin verilmediği için başka bir partiye destek vererek seçime girmişlerdir. Şayet devlet onlara parti kurulması hususunda izin vermiş olsaydı, hiç çekinmeden o sistem içerisinde bir parti kurup onunla meclise girerlerdi. Kaldı ki, onlar bundan daha basitini yapmışlar ve başka bir parti adı altında meclise girmişlerdir. Üstelik çatısı altında meclise girdikleri Vefd partisinin, İslam’la uzaktan yakından alakası olmayan laik zihniyetli bir parti idi.
Bu açıklamalardan sonra Ömer tilmisani’ye ile yapılan tartışmayı aktarıyoruz:
“İslam tebliğcisi olarak, Ömer Tilmisani’ye bir parti kurmayı ve bir parti adı altında meclise girmeyi hangi delile dayanarak caiz görüp böyle bir şeye kalkıştıklarını sordum. Cevabı şöyle idi:
“Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste islamı anlatacağız. Biz mecliste islama zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız.” Ben de bunun üzerine şöyle dedim:
“Bu senin getirmiş olduğun deliller akli delillerdir. Bunlar şer’i delil değildirler. Halbuki şer’i deliller bu görüşe zıtlık arzetmektedir. Rasulullah (s.a.v) zamanında da şimdiki parlementoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Darun Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı. Rasulullah (s.a.v) ne kendisi bu müşriklerin parlemantosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.v)’in zamanında Darun Nedve’nin idaresi Ben’i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı sıtatüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasulullah (s.a.v), müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki şayet gaye islamı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasulullah’ın hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi “gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir.” kaidesi geçerli değildir. İslamda gayede vesilede islama uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasulullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir? Bu yapılan teklifler karşısında Rasulullah’ın tepkisi ne oldu? Rasulullah (s.a.s) yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları islamın hükümlerine tabi ettirebilirdi. Ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Rasulullah bir yıl içerisinde ben bunları tümüyle Tevhide döndürebilirim şeklinde pragmatist düşünceye kapılabilirdi. Fakat Rasulullah (s.a.s) böyle bir şey yapmadı yapamazdı. İslamın, varlık yokluk mücadelesi verdiği bir ortamda bile, bütün Kureyşin müslüman olması vadine karşılık, putlara bir defalığına “taktik icabı da olsa” el sürmesine izin verilmemiştir. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek islam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır.
Meclisteki diğer partiler İslama zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; “çoğunluğun kararı geçerlidir” kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; “çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi Hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır.” kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen “Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz” demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini de biliyordunuz. Örneğin, mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları islam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek, milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koymada)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir.
Bunları söyledikten sonra Ömer Tilmisani bana şöyle dedi: “Bizim imamımız Hasan el-Benna da seçimlere girmiştir. Büyük alim Mevdudi de parti kurmuştur. Bu anlattıkların dediğin gibi İslam’a zıt ve küfür olsaydı hiç onlar böyle birşey yaparlar mıydı?”
Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Hasan el-Benna’nın bunu yapıp yapmaması veya Mevdudi’nin bunu nasıl yaptığı önemli değil. Bu ileri sürdükleriniz şer’i delil değildir. Allah katında şer’i delil Kur’an ve Sünnettir. Ben sizinle akidevi ve çok açık olan bir meseleyi konuşuyorum ve bu konunun caiz olmadığına dair şer’i deliller getiriyorum. Bunu caiz görüp yaptığınızdan dolayı sizden de aynı şekilde bunun caiz olduğuna dair şer’i delil istiyorum. Siz ise açık ve sahih bir delil getiremiyorsunuz. Ben bu meseleyi açık ve sahih şekilde delillendirerek, yaptığınızın İslam akidesine zıt olduğunu size açıkladım. Siz bana Hasan el-Benna şöyle yapmış, Mevdudi böyle yapmış diye cevap veriyorsunuz. Bunlar şer’i delil olamazlar. Şayet onlar sizin dediğiniz gibi bir şey yapmış iseler, İslam’ın onlar hakkındaki Hükmü açıktır ve onların hesabı Allah’a aittir. İslam’da şahıslar ne kadar meşhur olurlarsa olsunlar, ne kadar müçtehid olurlarsa olsunlar şayet yaptıkları ameller Kur’an ve sünnete zıt ise, yaptıkları bu ameller reddedilir ve onlara uyulmaz. Kur’an ve sünnetteki açık delilleri reddedip “Onlar bizim katımızda önemli bir mevkiye sahip değerli alimlerdir. Onlar İslam akidesine ters düşecek bir iş yapmazlar” düşüncesiyle onlara körü körüne bağlanmak İslam’a aykırıdır. Bunları söyledikten sonra o ne birşey söyleyebildi ve ne de bir cevap verebildi. Ben de ona: “Allah sana hidayet verip doğru yola kavuştursun” diyerek ondan ayrıldım.”
Değişik cemaat liderleriyle yapılan tartışmalar sonucunda hiç bir cemaat lideri bu konuda şer’i bir delil getirememişlerdir. Delil getiremedikleri zaman onların son sözü genellikle şu olmaktaydı: “O halde ne yapacağız? İslam’ı nasıl hakim kılacağız? Bu parti sisteminden başka bir alternatifiniz var mı?
Bu sorunun cevabı gayet basittir. Allah (c.c.) bu dini bize dünyaya hakim kılınması için gönderdi ve bu dinle birlikte bu dinin hakim kılınmasında izlenecek hareket metodunu da gönderdi. Bu din Allah’dan olduğu halde onu hakim kılacak metodun kullardan alınması bu dinin pratiğine aykırıdır. Bu din nasıl Allah’tan ise bu dinin hakim olması için takip edilecek yolda Allah’tan olmalıdır.
Bu din ancak bu dini gönderen Allah’ın gönderdiği metodla hakim olur. Rasulullah (s.a.s)’in İslam’ı hakim kılmada kullandığı metod, Allah’ın gönderdiği metodun ta kendisidir. İslamı yeryüzüne hakim kılmak isteyen İslam davasının erlerinin başarıya ulaşabilmeleri için Allah’ın Rasulüne bildirdiği ve Rasulünün de bize bizzat yaşantı tarzıyla gösterdiği hareket metoduna adım adım harfiyyen uymaları gerekir. Bu metoda uymak “Muhammedun Rasulullah” şehadetinin uyulması gereken ayrılmaz bir parçasıdır. Bunun dışında ki metodlarla İslam’ın hakim kılınması mümkün değildir.
İlk rasul Nuh (a.s.)’dan son rasul Hz. Muhammed (s.a.s)’e kadar gelip geçen rasullerin İslam’ı hakim kılmadaki metodlarına baktığımızda hepsinin ortak bir metod izlediklerini görürüz. Bu yüzden bütün müşriklerin İslam’a ve müslümanlara gösterdikleri tavır ve tepki de değişmemiş ve hep aynı olmuştur. Rasulullah (s.a.s)’e hirada ilk vahiy geldiğinde, bundan korkan Rasulullah’ı eşi Hatice, o zamanlar Hristiyan olan amcası Varaka b. Nevfel’e götürdüğünde, Rasulullah ile Varaka arasında geçen konuşmalara baktığımızda bu hususa açıkça şahit olmaktayız.
Rasulullah (s.a.v), başından geçenleri ona anlattığında Varaka şöyle dedi:
“Bu gördüğün Allah (c.c.)’ın Musa (a.s.)’a gönderdiği Namus-u Ekberdir. Ah! Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke genç olsam.” Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s): “Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sorduğunda, Varaka: “Evet, zira senin gibi bir dava getirmiş hiç bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın” dedi.”(Buhari, Müslim)
Şu halde Allah’ın dinini hakim kılmada takip edilmesi gereken tek metod Allah rasullerinin ve son rasul Muhammed (s.a.v)’in takip ettikleri metoddur. Bunun dışındaki metodlarla İslam’ı hakim kılmaya çalışmak kişileri sapıklık, dalalet, başarısızlık ve zaman kaybına sürükler. Ve ancak bir takım kimselerin şahsi menfaat elde edecekleri hedeflerine ulaştırır. Rabbani hedefe ise asla...
Malum olduğu üzere Türkiye laik bir ülkedir. Yani devlet işlerine din karışamaz. Devlet Allah'ın indirdiği hükümlerle yönetilemez. Halbuki Allah'u teala'nın bize bildirdiğine göre “KİM ALLAH'IN İNDİRDİKLERİYLE HÜKÜM VERMEZSE İŞTE ONLAR KAFİRLERDİR” (Maide: 44)
Bir başka ayeti kerimede ise “ONLARIN ARALARINDA ALLAH'IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKÜM VER. ONLARIN ARZULARINA UYMA VE ALLAH'IN İNDİRDİĞİ HÜKÜMLERİN BİR KISMINDAN SENİ ŞAŞIRTIRLAR DİYE DE KENDİLERİNDEN SAKIN.” (Maide: 49) buyurmuştur.
Ve yine Türkiyede demokrasi sistemi vardır. Demokrasi çoğunluğun görüşünün ve fikrinin geçerli olduğu devlet yönetimidir… bunu “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek özetlemişlerdir. Halbuki Allahu tealanın bildirdiğine göre egemenlik ancak Allah'a aittir. Çünkü Yusuf suresi 40. ayette “HÜKÜM VERMEK ANCAK ALLAH'A AİTTİR” buyrulmuştur. Diğer ayetlerde Allah'u teala şöyle buyurmuştur:
“DİKKAT EDİNİZ! HEM YARATMAK , HEM EMRETMEK ALLAHA AİTTİR.” (A’raf: 54)
“O, HÜKÜM VERMEDE HİÇBİR ŞEYİ KENDİSİNE ORTAK KABUL ETMEZ.” (Kehf: 26)
İslam dini hem ibadettir, hem siyasettir. İbadetler Allah'ın istediği şekilde olması gerektiği gibi siyasette (devlet idaresi) Allah'ın istediği üzere olmalıdır. Ama laiklikte, demokraside Allah'ın istediği bir idare tarzı değildir.
Müslüman yaptığı işin Allah'ın emrine uygun olup olmadığına dikkat etmelidir. Aksi takdirde bazen öyle işler yapar ki İslam'dan çıkar ama haberi bile olmaz. Oy vermekte imanı bozan tehlikeli işlerdendir.
ŞİRK KANUNLARININ OLUŞTURDUĞU DEMOKRATİK SİSTEMDE bir parti kurarak meclise girmek, partilerine üye olmak, seçimlerde sandık başına gidip oy vererek onları desteklemek küfürdür.
Seçimlerde sandık başına gidip oy vermek, demokratik dine mensup olmanın bir gereğidir bu dinin olmazsa olmaz bir esasıdır. Oy kullanmak demokratik rejim için hayatiyet ifade eder. İnsan için kan ne kadar önemliyse ve insanın hayatını sürdürmesine neden oluyorsa, oy kullanmakta demokratik rejim için o kadar önemli ve rejimin hayatiyetini devam ettirebilmesi için gereklidir.
Seçmenler, demokratik dinlerinin hayatiyetini biraz daha sürdürebilmesi ve demokratik dine tabi olduklarının malum çevrelerce bilinebilmesi için sandık başına gidilerek yada götürülerek oylarını kullanırlar. Oy kullanmak bir ülkede bulunmanın ve orada yaşamanın bir gereği değil, demokratik dine iman (inanmanın) etmenin ve ona kulluk yapabilmenin gereği ve kaçınılmaz bir sonucudur. Nasıl ki bir Müslüman, yüce Allah’a iman ettiğini yaptığı ibadetlerle gösterip kulluğunu ve bağlılığını yüce Allah’a takdim ediyorsa, aynı şekilde bir demokratta oy kullanarak demokratik dine kulluğunu ve bağlılığını takdim ediyor demektir. Oy vermek laikliğe ve demokrasiye evet demektir. Çünkü seçilen bütün parti başkanları ve milletvekilleri laikliğe, demokrasiye ve Atatürkün ilke ve inkilaplarına bağlı kalacaklarına dair televizyonda halkın karşısında teker teker yemin ederler, and içerler. Oy verenler ise böyle bir yönetimi ve böyle yemin eden yöneticiyi desteklediklerinden Allah katında mesul olurlar. Çünkü İslamda iyi bir işe yardım eden sevap alır, kötü bir işe yardım eden ise günah alır. Bunu Allahu teala Kur'anda şöyle bildirmiştir:
“KİM İYİ BİR İŞE ARACILIK VE YARDIM EDERSE, ONUNDA O İŞTEN NASİBİ OLUR. KİM KÖTÜ BİR İŞE ARACILIK VE YARDIM EDERSE ONUNDA ONDAN BİR PAYI OLUR. ALLAH HERŞEYİN KARŞILIĞINI VERİCİDİR.” (Nisa: 85)
Kur’an’i esaslara iman eden ve bu esasları en üstün kabul edip onlara teslim olan müslümanların demokratik din için oy kullanması mümkün değildir. Bilakis böyle bir davranış şirk olarak isimlendirilecek sahibini ise mü’minlerin safından çıkarıp müşrik ve kafirlerin saflarına katacaktır. Çünkü oy kullanmak rububiyeti, insanları idare etme yetkisini demokratik sisteme vermektedir ki, işte bu Müslümanlar için şirktir; yani iki dine birden tabi olmaya kalkışmaktır. Müşrikler asla iflah olmazlar.
Bilindiği gibi “harama rıza haramdır, küfre rıza küfürdür.” Oy vermek ise rızanın ötesinde desteklemektir. Bu sebeble kişinin imanı gider kafir olur. Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.
“Sizden her kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin, eğer eliyle değiştirmeye güç yetiremezse diliyle değiştirsin. Şayet bunada güç yetiremezse kalbiyle buğz etsin. İşte bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)
Hadisi şeriften anlaşıldığı üzere imanın en zayıf derecesinde kalabilmek için o şeye buğz etmek, kızmak gerekir.
BELKİ ALLAH'U TEALANIN İSTEDİĞİ YÖNETİM ŞEKLİNİ KURMAYA GÜCÜMÜZ YETMEYEBİLİR AMA, ALLAH'IN İSTEMEDİĞİ BİR YÖNETİM ŞEKLİNİ DESTEKLEMEMEYE GÜCÜMÜZ YETER.
Unutmayalım bir partiye oy vermek laik ve demokrasi yönetimine evet demektir. Çünkü hangi parti başa gelirse gelsin laik ve demokrat şekilde idare edecektir.
Sistemin parti, dernek, vakıf gibi kurumlarını kabul eden, bunlardan birine üye olanların oy kullanmaları demokratik dinlerin gereğidir. Bunların namaz kılmaları, oruç tutmaları ve Müslüman olduklarını iddia etmeleri onları Müslüman yapmaz. O halde demokratlar gitsinler sandık başlarında dinlerinin (sistemlerinin) gereğini icra etsinler, dinlerini yaşatmaya çalışsınlar. Bu noktada da Müslüman bir bireye düşen ise kendi dininin gereklerine yapışması, demokratik dinin gereklerine asla iltimas etmemesidir.
Alemlerin Rabbine mahsus olan teşri; helal ve haram belirleme hakkını kendinde gören kimseler dilleriyle söylemeseler bile kendilerini ilahlaştırmışlardır.
Her kim sadece Allah'a mahsus olan helal ve haram belirleme hakkını oy vererek veya başka bir şekilde herhangi bir kişi yada partiye verirse o kişi veya partiyi ilahlaştırmış ona ibadet etmiştir.
Allah (c.c) kitabında şirkin bu türüne bulaşanlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Onlar Allah’ı bırakıp din adamlarını, rahipleri ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki tek olan Allah’a kulluk etmekten başka birşeyle emrolunmamışlardı. Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur. O, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Tevbe: 31)
Adiy b. Hatem(1) (r.a) dedi ki:
“Boynumda altından bir haç takılı olduğu halde Rasulullah (s.a.v)’in huzuruna girdim. Rasulullah (s.a.v) beni görünce dedi ki:
“Ey Adiy! Boynunda takılı olan şu putu at!” Ben hemen onu attım ve sonra yanına geldim. O:
“Onlar, hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler...” (Tevbe: 31) ayetini okuyordu. Bu ayeti okumayı bitirince ona şöyle dedim:
“Ey Allah'ın Rasulü! Biz onlara ibadet etmedik” dedim. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Hayır, dediğin gibi değil. Allah'ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kıldıklarında siz de bunlara itaat etmiyor muydunuz?”Ben:
“Evet” dedim. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s) şöyle dedi:
“İşte bu, onlara ibadet etmektir.”(Yani işte onlara ibadet böyledir demiştir Allah'ın Rasulü (s.a.v)(Ahmed Müsnedinde, - Begavi Tefsiri c: 3 s: 285, - Tirmizi Tefsir: 3094, - İbni Cerir et-Taberi: 14/210, - Suyuti ed-Dürrü'l-Mensur: 3/230 - İbni Kesir Tevbe 31 ayetin tefsiri bknz.)
İnsanların itaat ettikleri kişileri Allah'tan başka Rabler edinmeleri; Allah (c.c)’ın haramını helal, helalini haram yaptıklarında onlara itaat etmeleriyle olmaktadır.
İşte bu ayet ve hadisten apaçık anlaşılacağı üzere, hükümde Allah'a şirk koşmakta insanı Allah'tan başkasını rab ilah edinmiş durumuna getirir. İnsanları bu şekilde ilahlaştırmak demokratik ve laik rejimlerin değişmez ilkeleridir.
Bu ayete göre her kim Allah (c.c)’ın izin vermediği bir meselede insanlar için bir hüküm verirse, kendisini Allah (c.c)’a eş koşmuş ve Allah (c.c)’tan başka rab ilan etmiş demektir. Her kim de bu kimseye itaat eder ve ona tabi olursa, onu Allah (c.c)’a şirk koşmuş ve itaat ettiği kişiyi rab edinmiş olur.
________________________
(1) Rasulullah (s.a.v)’in daveti kendine ulaştığında, Adiy Şam’a kaçtı. Kendisi cahiliye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmişti. O kaçınca kız kardeşleriyle kavminden bazı kimseler müslümanlarca esir alındı. Rasulullah (s.a.s) Adiy’yin kız kardeşini serbest bıraktı. O da, kardeşi Adiyy’in yanına giderek, onu islama girmeğe teşvik etti. Adiyy, Tayy kabilesinin reisi idi. Babası Hatem ise zamanında cömertliği ve ikram etmeyi sevmesi ile meşhurdu. Onun Medine’ye gelişi halk arasında olay oldu. (İbni Kesir Tefsiri)
Her kim demokrasi ve laiklik dinine girerse artık onun İslamla bir alakası yoktur.
Bu rejimler kendilerini ilahlaştırmakla beraber küfürde ileri giderek Allah'ın indirdikleri ile hüküm vermeyi gerekli görmezler ve Allah'ın diniyle alay eden basın yayınıda serbest bırakırlar. Bu rejimleri ancak onlar gibi kafir olan Allah'ın dininin ayaklar altına alınmasından memnun olan kimseler destekler. Bu rejimlerde Allah'ın hükümleriyle hükmedilmez. Hangi parti iktidara gelirse gelsin sonuç değişmez yine Allah'ın kanunları değil insanların heva ve hevesleriyle uydurdukları kanunlar uygulanır. İçki, fuhuş, faiz vb. haramlar serbesttir. Allah'ın helalleri haram, haramları helaldir. Halbu ki Allah kitabı insanlar arasında hükmedilsin diye indirmiştir.
Allah (c.) şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphesiz biz Kitab'ı sana, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği şekilde hükmetmen için hak ile gönderdik. Sakın hainleri müdafaa eden olma.”(Nisa: 105)
“Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hüküm ver. onların arzularına uyma ve Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtırlar diye de kendilerinden sakın. Eğer onlar (senin vereceğin hükümden) yüz çevirirlerse, bilesin ki Allah bir takım günahları sebebiyle onları cezalandırmak istemektedir. Zaten insanların çoğu fasıktır. (Yoksa) onlar cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir kavim için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Maide: 49-50)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44)
Şu bir hakikatır ki, bir müslümanın İslami hareket adına bu şartlarda Particilik yapması küfür olduğu gibi, onları oylarıyla destekleyen halk da aynı Hükmü alır. Küfre rıza göstermenin küfür olduğu meşhur bir hakikattir. Harama rıza göstermenin ve yol vermenin haram olduğu da meşhur bir hakikattir. Nasıl ki bir müslümanın meyhaneye gidip şarap içmesi için ona yardım etmemiz haram ise “bende müslümanlardanım” diyen bir kimsenin tağuthanelere gidip orada küfür işler yapmasına destek veya oy vermekte aynı suretle küfürdür.
Laiklik hakkında, Osmanlı devletinin son şeyhulislamlarından MUSTAFA SABRİ efendinin bir fetvası vardır ve şöyledir:
“Aslında din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak, dini ortadan kaldırmak planından başka birşey değildir. batıdan gelen ve batı bağlılarının ortaya attıkları bidatlerin hepsi İslamı yıkmak ve müslümanları islamdan uzaklaştırmak içindir. Fakat bu amaçla ortaya çıkarmış oldukları şeylerin en korkuncu din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamına gelen laikliktir. Laiklik devlet tarafından halkın dinine indirlmiş bir darbedir. Laiklik ilkesini kabul eden bir siyasi rejim islam hükümlerine baş kaldırmış demektir. Dolayısıyla Öncelikle bu devlet irtidad etmiş(dinden dönmüş) sonrada buna itaat edenler(oy kullananlar) mürted olmuştur. Böyle bir siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden kitleler de irtidada düşmüş olurlar. böylece kestirmeden küfre toplu küfre giriş kadar korkunç bir olay tasavvur edilemez. Birimiz, fert olarak İslamın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını redettiğimiz, helal-haramdan, emir ve nehiyden birini inkar ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki, toptan Allahın sultasını, emir ve nehiylerini , helal ve harama ilişkin ölçülerini reddeden dolayısıyla mürted olduğu şüphe götürmeyen bir devletin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır?????
Cevap: Yanlızca mürted olmak mı?”(Mevkif el akl vel ilm vel alem min c:4 s: 282)
Küfre ve şirke düşmeden yaşamamız ve islamı hakim kılmamız için gerekli olan peygamberi metodla mücadele ederken kafirlerin baskısı ile karşılaşmak, maldan, candan olmak, hapishanelere atılmak kaçınılmazdır.
Muhtemel bütün güçlüklere rağmen Allah’ın rızasına uygun hayat sürmek, fiili engellemeler olsada islami tavırlardan vazgeçmemek gelecek eziyetlere katlanmak, sabırdır. Allah’u Teala’nın Kur’an’da bir çok yerde övdüğü sabır budur.
Kafirlerin baskı ve işkencelerinden çekinerek islamın emrini tatbik etmekten kaçınmak ise fitneye düşmektir, korkaklıktır, zillettir. Korkaklığı sabır, şirk koşarak bu hareketi islami mücadele olarak görmek affedilemez bir durumdur...
İslami mücadelenin sıtratejisini ve metodunu, iman - küfür hudutları belirler. Sünnete uygun bir metodla küfre ve istikbara karşı mücadeleye devam edersek, sünnetullah gereği mü’minlerden bir cemaatin oluşması ve istikballerini kazanacak kuvveti bulmaları mukadderdir.
Allah’ın dininin hakim olması için çalışan erlerin bütün beldeleri birer ahtapot gibi saran cahiliye güçlerine karşı çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Kendisine Tevhid akidesi anlatılacak kişilerin, önceden belirli şartlar gözönünde tutularak tanınması ve bunlara göre seçilmesi gerekmektedir.
Şurası bir gerçektir ki, Rasulullah (s.a.v) Mekke müşrik toplumuna elçi olarak gönderildiğinde ilk etapta ne bir konferans, ne de bir açık hava toplantısı düzenleyerek onlara Tevhid Akidesini anlattı. Direkt olarak hareket metodunu da Allah’tan aldığı için, ona nasıl hareket etmesi gerektiği vahiylerle bildirilmekteydi. Rasulullah (s.a.s) İnsanlara Tevhid Akidesini anlatırken onlarda belli bir sıra, belli bir özellik gözeterek hareket etmekteydi. İslam’a çağrısını buhareketseyrine göre biçimlendirmekteydi. Bunu islama ilk giren kişilerin özelliklerine şöyle bir göz attığımızda apaçık anlamaktayız.
Örneğin; Rasulullah (s.a.v)’in hanımı olan Hatice (r.a) Rasulullah (s.a.v)’in insanlar içerisinde en çok tanıma imkanına sahip olup güvendiği en yakını idi. Ebu Bekr (r.a)’de en yakın arkadaşı olup devamlı beraber oldukları için tanıma fırsatı bulduğu ve güvendiği bir diğer yakını idi.
Rasulullah (s.a.v)’in terbiyesinde büyüyen Ali (r.a)’ye gelince… onuda diğerleri gibi yakından tanımakta ve güvenmekte idi. Ali İslam’ı kabul ettiği zaman henüz on yaşında idi. Rasulullah (s.a.s) ona İslamı tebliğ ettiğinde Ali hemen kabul etmeyip:
“Bu daha önce duymadığım bir şey. Babama danışmadan karar vermek istemiyorum” dedi.
Rasulullah (s.a.s) ise henüz açık davete başlamamış olduğundan bunun açıklanmasını hoş görmedi ve Ali’ye:
“Ey Ali! Ya müslüman ol, ya da İslama girmesen bile bu meseleyi gizli tut, kimseye anlatma.” dedi.
Ali, o gece düşündü ve kendi kendine şöyle dedi:
“Allah beni yaratırken babama danışmadı. Ben Allah’a ibadet etmek için niçin babama danışacağım ki?”
Allah onun kalbini İslam hidayetine açtı. Ali (r.a) Ebu Talipten korktuğu için İslam’ı kabul ettiğini bütün insanlardan gizledi ve onu açığa vurmadı. İslam’ı öğrenmek için sürekli olarak gizlice Rasulullah’a gidip geliyordu.” (Siyeri İbn-i İshak)
Önceden oğulluğu olan azadlısı Zeyd b. Harise de devamlı Rasulullah (s.a.s)’in yanında kaldığı için tanıdığı ve güvendiği bir kişi idi. İşte budur Rasulullah’ın takip ettiği metod!...
Ebu Bekr (r.a) büyük bir tüccar olmasına ve herkesin kendisine akıl danışmasına rağmen genel bir tebliğ yapmayıp bizzat İslam’ı, güvenip seçtiği kişilere tebliğ etmiştir. İşte başarının sırrı!...
Yoksa bugün yapılagelen konferans, panel ve açık hava toplantıları ile ulaşılmak istenen gayeyi ve yapılan çağrıyı düşünürsek, kişileri tanımadan, hayra gönüllü erleri tesbit etmeden, bütün insanları aynı seviyede görmek, daha harekete başlamadan hezimete uğramaktan başka bir şey getirmez. Beldeleri birer ahtapot gibi saran müşrik eller, bu beldelere hükmeden tağutlaşmış beyinler ve putlar var oldukça böyle bir ön seçimsiz yapılacak genel bir davetin başarıya ulaşması imkansız olacaktır. Hele şahısların doğruya yönelme eğilimleri, küfrün kültür eğitiminden ve onun nefse hoş gelen şeytani görüntülerinden dolayı köreltilmişse!... İşte ilk etapta İslam davetçisinin davayı anlatarak İslam’a hidayet etmesine vesile olacağı kişilerin, yakinen tanıdığı, bildiği ve güvendiği kişiler olması gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder