Adil ve hak olan yönetim biçimi, hiçbir milletin bir başka millete hükmetmeyeceği, zulmetmeyeceği, ‘kendileştirme’ye çalışmayacağı, güç geçirmeyeceği bir yönetim biçimidir.
Osmanlı Devleti’nin, değil himayesinde bulundurduğu milletlere, en ufak bir mahalle halkına dahi güç geçirmediği, her milleti, kendi yaşam biçimi ve kararlarıyla baş başa bıraktığı bilinir.
Adem’e secde edin” dedik. Onlar da, İblis’in dışında, secde ettiler; O, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?” İblis dedi ki “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Araf/11-12)
Bu, İblis’in karakterine işlemiş kibir illetinin ilk dışavurumudur. Kibir, İblis’i, kendi yaratılışının daha üstün oluşuna inandırmış dolayısıyla bu üstünlüğü kaybetme korkusu yaşatarak, onu savunma ihtiyacı hissettirmiştir.
Bu, daha sonra İblis vasıtasıyla, Ademoğullarına ve irade sahibi tüm yaratılmışlara intikal edecek, insanlar tarafından da ‘milli’leştirilecektir.
Tarih ‘üstünlük mücadelesi’ üzerine inşaa edilmiştir,
Yakın tarih ise bu mücadelelere ilişkin ‘sistemleşmiş gerekçeler’ yığınıdır.
1717’de ilk resmi Mason Locası İngiltere’de açıldığı vakit, Masonlar sadece İngiltere’de değil Avrupa’nın genelinde politikadan hukuka, eğitimden ekonomiye neredeyse tüm kurumlara sızıp hakimiyet kurar. Hızla lobileşirler.
Ellerinde öyle bir servet ve güç bulundururlar ki, devlet yönetimlerini ele geçirmeleri ve doğrudan müdahale edebilmeleri çok kolaydır.
Avrupa’da sosyal alanlarda ve yönetimde de gücü elinde bulunduran ‘kilise’nin, daha öncesinde Rönesans hareketiyle itibarı zaten yerle bir edilmiştir. Engizisyon işlemlerine başlayan kilise, autodafe (suçluların yakıldığı ateş) ile itibar ve gücünü tekrar kazanma adına başlattığı pek çok işkence girişimiyle, ‘mağduriyet ilkesi’ne önayak olmaktan öteye gidememiştir. Reform hareketlerinden doğan tefrikalarla da baş etmeye çalışan kilise, daha sonraki süreçte özellikle ‘Aydınlanma Dönemi’nde tamamen mağlup edilir. Hümanizm, sekülerizm (laiklik) gibi düşünce akımları Avrupa’nın artık yeni ‘yaşam biçimi’dir. Yahudilerin bizzat inşaa ettiği, paganizm, mitraizm bozması Hristiyanlık, yine Yahudilerin kurduğu Masonluk teşkilatı tarafından, hem sosyal sahada hem de yönetimde güç kaybına uğratılmıştır.
Şimdi, devlet yönetimlerini ele geçirmeleri için tek bir engel kalır: Hanedanların kumandasındaki monarşik sistem.
Bunun için toplumun bilgisine ve sözüne itimat ettiği ‘kanaat önderleri’ devreye girecektir. Edebiyat, felsefe ve akademi çevrelerinden en güçlü mason kalemler, yeni bir yönetim rejiminden bahsetmeye başlarlar: Cumhuriyet
Jean Jack Rousseau, Diderot, Voltaire bu kalemlerin en ünlüleridir.
1776’da Almanya Bavyera’da, Adam Weishaupt önderliğinde, masonluğun bir uzantısı olarak İlluminati isimli bir örgüt kurulur. Örgüt kurulduğu andan itibaren, yönetimi monarşi olan kurumları hedef alan yayınlar yapmaktadır. 1785’de, Almanya kralı, örgütün gizli faaliyetlerini fark etmesi üzerine, baskın emri verir, birçok üyeyi gözaltına aldırır ve örgütü kapanmaya zorlar.
Bu olaydan sonra geri kalan üyeler Fransa’ya kaçacaktır. Örgüt üyeleri buradayken masonlarla birleşerek Jakoben Klubü kuracaklardır.
Fransa çoktan Cumhuriyet ve Kral yanlıları olmak üzere ikiye ayrılmıştır, parlamentoda Kralcılar sağ yana, Cumhuriyetçiler sol yana oturmaktadır. Öncesinde, mason yazar, gazeteci ve siyaset adamları tarafından toplumun geneline yayılan ‘Cumhuriyet’ fikri, örgütün birkaç manipülatif faaliyeti sonucu, eyleme geçmeye hazır hale gelmiştir.
William T. Still, New World Order adlı eserinde bakın ne diyor:
“1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında İlluminatilerin tahıl piyasasında gerçekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük Doğusu’nun Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İlluminatiler, halkın çektiği acıları bir araç olarak kullanarak yarattıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek ve Ulusal Meclis’te tüm reform girişimlerini engelleyerek, durumu iyice kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkum ettiler.”
Örgüt, bunun sorumlusu olarak Kral’ı gösterip, halkı isyana teşvik eder. 14 Temmuz 1789 günü Bastille Baskını olarak tarihe geçen olay, Devrim için en büyük kırılma noktası olur. Daha öncesinde, Kral tarafından tutuklanmış cumhuriyet propagandacıları salınmış, Bastille’e saklanan barut ve silahlar, Jakobenler tarafından ele geçirilmiştir. Giderek güçlenen Jakobenler ‘kurucu meclis’i kurarlar.
1791 yılında ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ yayınlanır.
(Lucifer’ın asasının işaret ettiği sembolü görüyor musunuz? Solda, Fransız halkını temsil eden kadının elleri zincirlerden kurtulmuştur fakat eteğinin altında gizli kalan başka bir zincir vardır. Bildiri metnine dolanan yılan, Eski Mısır’dan bu yana aynı sembolik anlamı taşır, ‘gizli kölelik’.)
Saraya yapılan bir baskınla da XVI. Louis ve ailesi tutuklanır. Jakobenler, halkı, kraliyet yandaşlarının tekrar ayaklanabileceği yönünde kışkırtmış ve kraliyet yandaşlarının üzerine salmıştır. İki taraf arasında uzun süren kanlı çatışmalar yaşanır. 2 Eylül 1792’de Parislilerden oluşan silahlı bir grup, hapishaneden diğer bir hapishaneye nakil taşıyan konvoya saldırır ve mahkumları öldürür. Artık Fransa tamamen anarşi ve teröre teslim olmuştur. Thomas Jefferson, üç yıl süren Fransa elçiliğinden Amerika’ya geri döndüğünde, tüm bu kıyımı “ne güzel bir devrim” diye tanımlamış ve tüm dünyaya yayılmasını umut ettiğini yazmıştır. 1793’te Jakoben yanlıları tarafından kiliseye karşı başlatılan saldırılarda, rahipler katledilir. Dine karşı açık bir kampanyanın yürütüldüğü çok açıktır. Mezarlara, ‘Ölüm Sonsuz Bir Uykudur’ yazıları asılır, Adam Weishaupt’un ‘Aşk Tanrıçasının Kutsanması’ adlı şiiri örnek alınarak fahişeler tahta çıkarılmıştır.
1793 yılının sonlarına doğru, Jakobenler, sayıları yüz binlere ulaşan işsizlerle yüz yüze kalır. Devrimin önderleri, sonradan bütün diktatörlerin taklit edeceği yeni bir “terör” projesini uygulamaya geçirirler: Nüfus azaltılması.
Nüfuz azaltılması ile görevli Jakoben üyeleri, her kentte ne kadar insanı katledebileceklerini hesaplamaktadır. Devrim mahkemeleri sadece bir gecede binlerce insanı sebepsiz yere katleder.
21 Ocak 1793’te Kral XVI. Louis ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamı giyotinle idam edilmiştir.
Yalnızca 1793 ile 1794 yılları arasında Jakoben devrimci diktatörlüğü tarafından 18.000 ile 40.000 arasında kişi öldürüldüğü bilinir.
Bu resmi kayıtlara geçen rakamdır. Oysa biz biliyoruz ki gerçek, resmi kayıtlara geçenlerden her zaman fazladır.
İşte, bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan, dünyayı demokrasi ile tanıştırdığı söylenen, milliyetçilik ve ulus devlet anlayışını insanlığa armağan eden (!) devrimin gerçek ve iğrenç yüzü budur.
Fransa’da devrimden sonra ‘Cumhuriyet’ kurulur ve ‘ulus-devlet’ anlayışına geçilir. O döneme dek, Kral’ın hükümdarlığı altında en doğal haklarına sahip olan Fransa’daki yerel halklar da, Jakobenlerin baskı ve zulmüne uğrar, 20.yy’ın sonlarına kadar kendi dillerini konuşmaları yasaklanır. Kraliyet döneminde kardeşçe ve barış içerisinde yaşayan Fransızlar ve yerel halklar, ‘ulus-devlet’ sisteminde birbirine artık düşman kesilmiştir. Fransızların milliyetçi tutumunun altında, kendi haklarını talep eden yerel halklar arasında, pek çok çatışma yaşanmıştır ve tarih bunları kaydetmiştir.
Masonlar bu devrimin, Fransa’yla sınırlı kalmayacağını, evrensel bir mesaj olarak, krallık ve imparatorluk altındaki pek çok millete iletileceğini çok iyi bilmektedir. Bu mesajı alması gereken milletler elbette ki, Osmanlı Devleti yönetimi ve himayesi altında yaşayan milletlerdir. Öncelikle, Mason localarının titiz çalışmaları neticesinde Balkanlardaki milletlerin isyanı baş gösterir.
Masonlar, Osmanlı’nın üzerine Rusya’yı salarak, kaybedilen her savaşta Balkanlar’dan bir milletin bağımsızlığına kavuşmasını sağlamıştır.
Osmanlı zayıfladıkça, tüm bu isyanları kumanda eden güçlere minnet etmeye başlar.
O dönemde, Hindistan’daki Mason Müstemlekesine telgrafla selam edip, katliamlarını tebrik eden Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’yla hazırlanan ‘Tanzimat Fermanı’ ve yine bir mason olan Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa’nın padişaha hazırlattığı ‘Islahat Fermanı’ Osmanlı’nın çöküşünü engelleme amaçlı gibi görünse de esasta Masonların isteklerinin yerine getirileceğinin bir teminatıdır. Fakat
Masonlar daha fazlasını istemektedir: Meşrutiyet.
Meşrutiyet ise, Cumhuriyet’in kapısını açacaktır.
Abdülhamit, Kanun-i Esasiyle gelecek meşrutiyet rejimini kabul etmeyen amcasının, Midhat Paşa’nın emriyle suikaste kurban gidişine tanık olmuştur. Masonların, yönetim içerisinde nasıl lobileştiklerinin farkına varmıştır. Meşrutiyet isteğini mecburen kabul eder fakat ilk fırsatta, parlamentoyu fesheder, masonların kontrol ettiği, padişahlar aleyhine dahi kararlar almaktan çekinmeyen ‘Yıldız Mahkemeleri’ni tasviye eder, böylelikle Midhat Paşa, Abdülaziz suiskatinden sorumlu tutulur. İdamına karar verilmişken, Abdülhamit tarafından affedilir ve Hicaz’a sürgün edilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruluncaya dek geçen sürede, Abdülhamit, yönetim kadrosunu, hukuk ve orduyu masonlardan kısmen temizlemeyi başarmıştır.
17 Mayıs 1901 tarihinde siyonizmin kurucusu kabul edilen Theodor Herzl (oysa Hz. Süleyman’ın vefatından bu yana Kudüs’te bir ‘Süleyman Sarayı’ inşaa etme saplantısına sahip Yahudilerin ve Masonların ortak idealini dile getirmiştir sadece) Abdülhamit’ten, Filistin topraklarını istemiş ve isteği reddedilmiştir.
Şimdi, B planının devreye sokulma vaktidir.
Osmanlı toprakları üzerinde yeni bir fikir akımı kendini gösterecektir: Türk Milliyetçiliği.
Kendilerine İttihat ve Terakki diğer adıyla Jön Türk diyen bir cemiyet, Selanik’te, bir mason üstadı olan Enver Bey önderliğinde kurulur. Bünyesinde özellikle Selanikli güçlü devlet adamları ve askerleri barındıran cemiyetin bir üyesi de Mustafa Kemal Paşa’dır. Sık sık Edirnekapı’daki bir bağda bir araya gelip, ‘inciraltı toplantısı’ gerçekleştirirler. Tıpkı İtalyan Karbonari Mason Teşkilatı gibi hücreler halinde yapılanmaları mevcuttur. Meşhur mason ‘İbrahim Temo’ birinci hücrenin birinci üyesidir.
Theodor Herzl’in Abdülhamit ile görüşmesinden sadece birkaç sene sonra, İttahat ve Terakki, Niyazi Bey önderliğinde, Makedonya ve Selanik’te ayaklanma başlatır. Kanun-i Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasını aksi takdirde başkente baskın yapacaklarını, İstanbul’a yazılı bir beyanatla bildirirler.
Padişah’ın isteklerini yerine getirmemesi üzerine, İstanbul’a baskın düzenleyip, II. Meşrutiyeti ilan ederler. Acele bir seçim yapıp, kazanır ve parlamentoya girerler. Perde gerisinden ülkeyi yöneten esas güçler olmaları ve katı, despotik yönetimleri, halkı tedirgin eder, muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin öldürülerek susturulması sonucu, İstanbul’da büyük protesto gösterileri yapılır, Selanik’ten Hareket Ordusu çağıran İttihatçiler, gösterileri şiddetle bastırır. 31 Mart Olayı olarak tarihe geçen bu hadiseden Abdülhamit sorumlu tutulur ve İttihatçılar tarafından tahtan indirilir.
O’na indirildiği haberini getiren pek meşhur iki Yahudi vardır: Emanuel Karasu(Carosso), Esat Toptani.
Tarihçiler söyler ki, Abdülhamit’in tahtan indirilmesiyle, Yahudi gazeteciler sevinçle ‘İsrael’in önündeki en büyük engellerden birinin kalktığı’nı yazmışlardır.
(İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden bazı üyeler. Önde ortada, Mehmet Şevket Paşa, Abdülhamit’i tahtan indirilmesinde etkin rol oynayan, Harekat Ordusu’nun komutanı. Arkada soldan ikinci sırada görülen kişi, İsmet İnönü)
Artık Osmanlı, tamamen masonların kumandası altındadır.
İttihatçılar, Osmanlı’yı Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’na sokarak, topraklarının çoğunu –özellikle Filistin- kaybetmesine sebep olmuşlardır.
Theodor Herzl’in isteyip alamadığı topraklar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü bir himaye ve yönetimden mahrum bırakılmış, Yahudilerin tekrar o bölgede devlet kurmasına açık hale getirilmiştir.
İttihat ve Terakki için Mısırlı Dr. Fehmi Şinnâvî bakın ne diyor:
“Onlar Yahudiliğin Kabbala mektebinden ilham almaktadır. Bu ekolde temel sloganlar devrimcilik, ilerlemecilik, özgürlükçülüktür. Bu örgütlerin temel düsturları özgürlük, eşitlik, kardeşlik kelimeleridir. Yahudiler Fransız devriminde bu düsturları dile getirdiler. Ama kardeşlik derken amaçlan Yahudilerle iyi geçinilmesiydi. Eşitlik derken Yahudilere iyi davranılmasıydı. Özgürlük derken ise Yahudilere alabildiğince özgürlük verilmesiydi. Onlar kardeşlik, eşitlik ve özgürlük sözlerinin altında kendileri için gerekli olan şeyleri isterler. Kimsenin reddedemeyeceği bu sloganlara sığınarak beynelminel bir kimliğe ve bilince bürünmüşler; vatan ve kavim bilincinin üstünde yeni bir bilinç yaratmışlardır.”
Görevini tamamlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti kapanmıştır. Mustafa Kemal ve yandaşları çok geçmeden saltanat ve hilafeti kaldıracak yerine ulus-devlet modelinde cumhuriyet rejimini kuracaktır. Bununla amaçladıkları, entegre/birleşik bir İslam Devleti’nin kurulmasının tamamen önüne geçmektir.
Anadolu’yu ve yerel halkların yaşadığı coğrafyaları Türkleştirme, Türk olmayan halkları yok etme düşüncesinin zeminini ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyeti hazırlamış, bu cemiyetten beslenen Mustafa Kemal ve yandaşları, Cumhuriyeti bu ideolojik temel üzerine yapılandırmıştır.
Bu ‘türkleştirme’ hareketine kıyamda bulunacak olanlar ise şiddetli bir bastırma ile karşılaşmışlardır.
Bu iddiayı tarihten birkaç hadise ispatlar:
I.Dünya Savaşı devam ederken, yönetimi tamamen elinde tutan İttihatçılar, Kürtlere kıyım uygulamaya başlar. ‘Ermeniler geliyor’ söylemiyle Kürt halkını zorla iskan ettiren İttihatçılar, 700 bin civarındaki Kürt’ün yollarda telef olmasına sebep olur. Sarıkamış Cephesi’ne gönderilen 90 bin Kürt soğuktan donarak can verir. Tarihçiler bu olaya ‘hata’ der, oysa burada Enver Bey’in kirli politikası işlemiştir. Öyle ki şu sözü olayda doğrudan bir kasıt olduğunu doğrular niteliktedir: ‘İçerde bir Kürt tehdidi, dışardan gelebilecek bir Rus tehdidinden daha tehlikelidir.’
Kürtler, Enver Bey gibi İttihatçılar yüzünden I.Dünya Savaşı’nda yaklaşık 1,5 milyon kayıp vermiştir.
Cumhuriyetin kuruluş arefesinde tarihe geçen bir başka katliam Koçgiri. 1920’de Güney ve Doğu illerinden Kürt halkını tehcir kararı alan yönetim, Kürt halkını bu illeri terk etmeye zorlar fakat Kürt halkının direnişiyle karşılaşırlar. Sakallı Nurettin Paşa’nın komutasındaki bir birlik ve Topal Osman çetesi Koçgiri’de soykırıma girişir. Canlı tanıklarının anlattığına göre, binlerce insan göçe zorlanmış, direnenler ateşe verilmiş, halk, çocuk yaşlı demeden katledilmiştir.
1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde Kürtler, yeni rejimin hem ‘Türkleştirme’ politikasına hem de saltanat ve hilafetin kaldırılışına kıyam eder. Şeyh Sait ve 46 Kürt önder idam edildiğinde olay bununla sınırlı kalmayacaktır. Yeni rejimin Silahlı Kuvvetleri tarafından, Şeyh Sait’e destek çıkan sivil halka operasyonlar düzenlenir ve on binlerce insan katledilir. Şeyh Sait’in torunu Muhammed Kasım Fırat, sadece bir günde 80 bine varan sivil halkın katledildiğini, Darahani (Genç) ilçesinde koca Zıkti aşiretinin toplu mezarlarının olduğunu belirtmiştir.
Tabii İstiklal Mahkemelerini de unutmamak gerekir. Bu belge, tek suçu ‘Türk doğmamak’ olan nice insanları asan zihniyetin, milliyetçiliğin, ne iğrenç ve adi bir zihniyet oluşunu çok iyi ifadelendirir:
“Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür.
Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür.
Ahmet Süreyya Örgeevren, 1960’larda Dünya gazetesinde yayınlanan hatıratında, duruşmalar esnasında yaşanan ilginç ve trajik olaylara yer veriyor.
Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hakimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler.
Mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericidir: ‘Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına…’
‘Hemen o gece çocuğu götürüp astılar’ diyor.
Başsavcı, daha sonra bu olayın etkisinden kurtulamadığını anlatıyor: ‘Dağkapı’da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni bıraktın beni idam ettirdin? ‘diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm.
Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hakim arkadaşlara dedim ki, ‘Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm Diyarbakırlıları, hatta tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.’ Rüyada başıma gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve öteki hakimler, ‘Sen karışma, bu bizim işimizdir’ dediler. Ben de savcılığımı ileri sürdüm, aramızda münakaşa, ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara’ya bildirdik. Bir hafta sonra şu telgrafı aldım:
Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı:
‘Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyyen ezilmesidir. Hakim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.’
Başvekil
İsmet İnönü “
(Rejimin şakşakçılığını yapan Cumhuriyet gazetesinin, katliama ilişkin manşeti. Öte yandan rejimin soykırım faaliyetlerini biraz olsun eleştiren veya eleştirebilir olarak görülen gazete ve dergiler bir bir kapatılmıştır. Birkaç sene içerisinde kapatılan gazete ve dergilerin sayısı 238’e ulaşacaktır.)
1930 yılının Temmuz’unda Van’ın Erciş ilçesindeki bir köy, yeni rejimin, ‘Türkleştirme’ politikasına kıyam durunca, Mustafa Kemal’in emriyle bu bölgede büyük bir kıyım gerçekleştirilir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu kıyım için yaklaşık 80 uçak kullanmıştır.
16 Temmuz 1930 Cumhuriyet Gazetesi yayına göre 15 bin kişi, bizzat bu hadiseye tanık olan Kürt yazar Hesen Hîşyar Serdî’ye göre 47 bin kişi, Berliner Tageblatt gazetesine bildirdiğine göre ise 220 köy imha edilmiş, 4,5 bin sadece kadın ve çocuk katledilmiştir.
Cumhuriyet gazetesi 16 Temmuz 1930 tarihinde bu olayı “Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.” şeklinde duyurmuştur.
31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet gazetesinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün demeci yayımlanır: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
20 Mart 1937’den başlayıp, Aralık 1938’e dek süren Dersim Katliamları, Dersim halkının Osmanlı’nın kendilerine zamanında tanımış olduğu özerkliği, yeni rejimden talep etmesi üzerine Mustafa Kemal’in emriyle, gerçekleşmiştir. Havadan harekat yapılarak bölgeye toplamda üç kez bombardıman edilmiştir. Sadece isyancılara değil sivil halka da doğrudan ateş açıldığı ve zehirli gaz kullanıldığı dönemin Köroğlu isimli gazetesinde dile getirildiyse de gazete alelacele kapatılmıştır.
Bilanço ağırdır, 6 bin isyancı, 40 bin’e yakın sivil bu bombardımanlarda hayatını kaybetmiştir. Resmi kayıtların dışında öldürülenlerin çok daha fazla olduğu iddiaları mevcuttur. Sadece Munzur Çayı’nda 50 bin insanın öldürüldüğü söylenir.
29 Haziran 1938’deki Millet Meclisi toplantısında Celal Bayar’ın yapmış olduğu konuşma soykırımın boyutunu açıkça ortaya koyar: ‘Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır.’
Tüm bu hadiseler Kürt halkının devlete ve vatanına bağlılığında birer kırılma noktası olmuş, rejimin sonradan da çok kere uygulayacağı kontrgerilla operasyonları, Jitem’in faaliyetleri, 1980 darbesinde Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanlar, Pkk’nin, bizzat rejimin kendisi tarafından kurulup, Güney ve Doğu illerine salınması gibi olaylar artık ciddi bir ‘Kürt Sorunu’nun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Şimdi, durup bir düşünelim, İttihat ve Terakki dönemi, Cumhuriyet dönemi ve 2000’li yıllara dek süren, yerel halklara, özellikle Kürtlere uygulanan jenosit politikası, rejimin ‘Türk milliyetçiliği’ anlayışından mı ileri geliyor gerçekten?
İttihat ve Terakki üyelerinin birçoğunun Yunan, Arnavut ve Makedon olduğunu biliyor muydunuz?
Bir Selanik Yahudisi ve Selanik hahambaşısı olan, Lozan’da ne diye İsmet İnönü’nün danışmanı olduğu bilinmeyen, Kurtuluş Savaşı döneminde Arapları ‘Türkler hilafeti kaldırıyor’ diyerek provoke eden, Osmanlı’dan kalma hazineleri İsviçre’ye kaçırıp Yahudilere ait bankalarda koruma altına alan ve bir kısmını Koç’ların zenginleşmesi adına kullanan Haim Nahum nasıl olur da Türkçü olur?
Yine Yunanistanlı Moiz Kohen diğer adıyla Munis Tekinalp, safkan Yahudi olmasına rağmen niçin Türkçülük davası gütmüştür? Kitaplarının genelinde neden ‘Kahr Olsun Şeriat’ çığırtkanlığı yapmıştır?
Moiz Kohen gibi pek çok Türkçü yazarın Şamanizm ve Paganizmle Türklüğü özdeşleştirme gayretinin altında ne yatmaktadır?
İttihat ve Terakki’nin önderi Enver Bey bir Makedon’dur, Esat Toptani bir Arnavut. Ve daha niceleri, içlerinden Türk olanı saymak bu kadar zordur fakat hepsi de Türkçülüğü savunmuşlardır. Ya Mustafa Kemal? …
Peki neden?
Mısırlı araştırmacı-yazar Fehmi Şinnavi’nin dediği gibi, onlar milliyetçilikten bahsederken, Yahudi milliyetçiliğini kastederler. O ‘izm’ kendilerinin dışında, toplumların arasını açmak, birlik ve beraberliğini parçalamak, kardeşçe yaşayanlar arasına husumet sokmak için vardır.
İlk milliyetçi, İblis’tir. Masonların, Fransız Devrim’iyle insanlığa bir bela olarak takdim ettiği ‘milliyetçilik’ İblis’in öğretisinden başka bir şey değildir.
Ulus-devlet modeli ise ‘milliyetçilik’ gibi İblis işi bir fikir üzerine inşaa edilmiş saçmalığın tekidir.
Adil ve hak olan yönetim biçimi, hiçbir milletin bir başka millete hükmetmeyeceği, zulmetmeyeceği, ‘kendileştirme’ye çalışmayacağı, güç geçirmeyeceği bir yönetim biçimidir. Osmanlı Devleti’nin, değil himayesinde bulundurduğu milletlere, en ufak bir mahalle halkına dahi güç geçirmediği, her milleti, kendi yaşam biçimi ve kararlarıyla baş başa bıraktığı bilinir.
Osmanlı döneminde Kürtlerin yaşadığı beldeler sizce hangi adla anılırdı? : Kürdistan.
Oysa bugün Osmanlıcı geçinenlerin dahi bu sözü işitmeye tahammülü yoktur.
‘Türk-Kürt kardeştir’ diyenlere, Kürtlerin haklı taleplerinden bahsettiğinizde, kardeşlik bitecektir.
Çünkü Türk halkı da bu milli ‘izm’le zehirlenmiştir.
Bu rejim daha doğrusu bu rejim aracılığıyla Masonlar ve Yahudiler neden en çok Kürtlere saldırıyor diye soracak olursanız, bunun yanıtını İsrael’in sınırlarını çizerken Theodor Herzl zaten vermiştir:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na.” (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)
Kapadokya bölümünün altında hangi bölge yer alıyor?: Kürdistan
Burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır, şunu söyleyebilirsiniz: ‘Kürtlerin talepleri yerine geldiğinde, İsrael o bölgeyi kapacak ve arz-ı mevud’u tamamlayacaktır. ‘
Bu çıkarımın mantıklı olması haklı olduğu anlamına gelmez. İsrael’in o bölgede çıkarlarının oluşu, hakkın yerine gelmesi gerektiğinin önüne geçemez.
Eğer Türkler, Türk fanatizmini bırakıp, Osmanlı benzeri İsrael’in ‘Vaadedilmiş Topraklar’ına karşı duran, entegre/birleşik bir İslam devleti kurma yoluna giderse, işte o vakit, hak yerini bulacaktır.
İşte o zaman ‘Türk-Kürt kardeştir’ söylemlerinin samimiyeti ortaya konulacaktır.
Cumhuriyet yahut monarşi yönetimi ise ayrı bir tartışma doğurur.
Cumhuriyet, Fransa’da ‘ulus-devlet’ anlayışı benimsendiğinde Masonlar tarafından zorunlu olarak ortaya çıkarılmıştır. Başka bir alternatifin düşünülmemiş olması, elbette planlarına uymayacağı içindir.
Masonlar eliyle yönetilen isyan, Kral’a karşı değil rejime karşı olmak zorunda kalmıştır.
Oysa, Kral’ı halk seçmez ve tüm sorumluluğu üzerinde taşır.
Cumhuriyet’te yöneticiyi halk seçer, ortaya çıkabilecek herhangi bir sorunun sorumlusu da halk olacaktır.
Kral halka baskı yapabilir, zulmedebilir.
Cumhuriyet’te, yönetici adayları red edemeyeceğiniz slogan ve vaatlerle karşınıza geçip, kendilerini yönetici seçtirebilir, fakat başınıza geçer geçmez bu vaatlerin hepsini unutabilir üstelik anayasal hakkı gereği birkaç sene orada kalacak ve siz O’na katlanmak zorunda kalacaksınızdır.
Üstelik Cumhuriyet, Masonların müdahalesine bir monarşi yönetiminden çok daha fazla açıktır.
Ben Kralcı değilim, Cumhuriyetçi de değilim, fakat izahına çalıştığım şey, ikisi arasında aptal birkaç detaydan başka bir şey olmadığıdır.
Tıpkı Fransa’da olduğu gibi rejimlere olan isyan, yersiz ve ahmakçadır.
Önemli olan yöneticilerin nasıl seçildiği değil, yöneticilerin kim olduğudur!
Bu açıdan tarihteki, rejimi değiştirme ahmaklığına bulaşmayıp, zalim Kral ve yöneticilerine karşı gerçekleştirilen isyanları, başkaldırıları, bir Fransız Devrimi’nin insanlığa sunduğu mesajdan, daha dürüst, daha akıllı ve daha mert bulurum.
Sözün kısası,
Dünyanın neresinde olursa olsun, özellikle kendisini medeniyetin ve demokrasinin beşiği olarak dünyaya servis eden Avrupa ve Türkiye’yi aynı ‘milliyetçi’ düstur üzerine kuran rejimin, halkına karşı yaptığı her türlü zulmü, tarih hafızasına kaydetmiştir.
Ve insanlık, ancak bünyesindeki ‘izm’ zehirini kustuğu vakit, bu zalimlerin, karşısına dikilebilecek, vicdanı özgür, aklı özgür bir halde iken, onlarla mücadele edecek ve galip gelebilecektir.
Aksine, milliyetçilik ve diğer tüm izm’ler yok edilmedikçe, insanlık, kardeşçe ve özgür yaşamanın ne olduğunu asla öğrenemeyecektir.
Gül Yardımcıoğlu
Bu, İblis’in karakterine işlemiş kibir illetinin ilk dışavurumudur. Kibir, İblis’i, kendi yaratılışının daha üstün oluşuna inandırmış dolayısıyla bu üstünlüğü kaybetme korkusu yaşatarak, onu savunma ihtiyacı hissettirmiştir.
Bu, daha sonra İblis vasıtasıyla, Ademoğullarına ve irade sahibi tüm yaratılmışlara intikal edecek, insanlar tarafından da ‘milli’leştirilecektir.
Tarih ‘üstünlük mücadelesi’ üzerine inşaa edilmiştir,
Yakın tarih ise bu mücadelelere ilişkin ‘sistemleşmiş gerekçeler’ yığınıdır.
1717’de ilk resmi Mason Locası İngiltere’de açıldığı vakit, Masonlar sadece İngiltere’de değil Avrupa’nın genelinde politikadan hukuka, eğitimden ekonomiye neredeyse tüm kurumlara sızıp hakimiyet kurar. Hızla lobileşirler.
Ellerinde öyle bir servet ve güç bulundururlar ki, devlet yönetimlerini ele geçirmeleri ve doğrudan müdahale edebilmeleri çok kolaydır.
Avrupa’da sosyal alanlarda ve yönetimde de gücü elinde bulunduran ‘kilise’nin, daha öncesinde Rönesans hareketiyle itibarı zaten yerle bir edilmiştir. Engizisyon işlemlerine başlayan kilise, autodafe (suçluların yakıldığı ateş) ile itibar ve gücünü tekrar kazanma adına başlattığı pek çok işkence girişimiyle, ‘mağduriyet ilkesi’ne önayak olmaktan öteye gidememiştir. Reform hareketlerinden doğan tefrikalarla da baş etmeye çalışan kilise, daha sonraki süreçte özellikle ‘Aydınlanma Dönemi’nde tamamen mağlup edilir. Hümanizm, sekülerizm (laiklik) gibi düşünce akımları Avrupa’nın artık yeni ‘yaşam biçimi’dir. Yahudilerin bizzat inşaa ettiği, paganizm, mitraizm bozması Hristiyanlık, yine Yahudilerin kurduğu Masonluk teşkilatı tarafından, hem sosyal sahada hem de yönetimde güç kaybına uğratılmıştır.
Şimdi, devlet yönetimlerini ele geçirmeleri için tek bir engel kalır: Hanedanların kumandasındaki monarşik sistem.
Bunun için toplumun bilgisine ve sözüne itimat ettiği ‘kanaat önderleri’ devreye girecektir. Edebiyat, felsefe ve akademi çevrelerinden en güçlü mason kalemler, yeni bir yönetim rejiminden bahsetmeye başlarlar: Cumhuriyet
Jean Jack Rousseau, Diderot, Voltaire bu kalemlerin en ünlüleridir.
1776’da Almanya Bavyera’da, Adam Weishaupt önderliğinde, masonluğun bir uzantısı olarak İlluminati isimli bir örgüt kurulur. Örgüt kurulduğu andan itibaren, yönetimi monarşi olan kurumları hedef alan yayınlar yapmaktadır. 1785’de, Almanya kralı, örgütün gizli faaliyetlerini fark etmesi üzerine, baskın emri verir, birçok üyeyi gözaltına aldırır ve örgütü kapanmaya zorlar.
Bu olaydan sonra geri kalan üyeler Fransa’ya kaçacaktır. Örgüt üyeleri buradayken masonlarla birleşerek Jakoben Klubü kuracaklardır.
Fransa çoktan Cumhuriyet ve Kral yanlıları olmak üzere ikiye ayrılmıştır, parlamentoda Kralcılar sağ yana, Cumhuriyetçiler sol yana oturmaktadır. Öncesinde, mason yazar, gazeteci ve siyaset adamları tarafından toplumun geneline yayılan ‘Cumhuriyet’ fikri, örgütün birkaç manipülatif faaliyeti sonucu, eyleme geçmeye hazır hale gelmiştir.
William T. Still, New World Order adlı eserinde bakın ne diyor:
“1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında İlluminatilerin tahıl piyasasında gerçekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük Doğusu’nun Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İlluminatiler, halkın çektiği acıları bir araç olarak kullanarak yarattıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek ve Ulusal Meclis’te tüm reform girişimlerini engelleyerek, durumu iyice kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkum ettiler.”
Örgüt, bunun sorumlusu olarak Kral’ı gösterip, halkı isyana teşvik eder. 14 Temmuz 1789 günü Bastille Baskını olarak tarihe geçen olay, Devrim için en büyük kırılma noktası olur. Daha öncesinde, Kral tarafından tutuklanmış cumhuriyet propagandacıları salınmış, Bastille’e saklanan barut ve silahlar, Jakobenler tarafından ele geçirilmiştir. Giderek güçlenen Jakobenler ‘kurucu meclis’i kurarlar.
1791 yılında ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ yayınlanır.
(Lucifer’ın asasının işaret ettiği sembolü görüyor musunuz? Solda, Fransız halkını temsil eden kadının elleri zincirlerden kurtulmuştur fakat eteğinin altında gizli kalan başka bir zincir vardır. Bildiri metnine dolanan yılan, Eski Mısır’dan bu yana aynı sembolik anlamı taşır, ‘gizli kölelik’.)
Saraya yapılan bir baskınla da XVI. Louis ve ailesi tutuklanır. Jakobenler, halkı, kraliyet yandaşlarının tekrar ayaklanabileceği yönünde kışkırtmış ve kraliyet yandaşlarının üzerine salmıştır. İki taraf arasında uzun süren kanlı çatışmalar yaşanır. 2 Eylül 1792’de Parislilerden oluşan silahlı bir grup, hapishaneden diğer bir hapishaneye nakil taşıyan konvoya saldırır ve mahkumları öldürür. Artık Fransa tamamen anarşi ve teröre teslim olmuştur. Thomas Jefferson, üç yıl süren Fransa elçiliğinden Amerika’ya geri döndüğünde, tüm bu kıyımı “ne güzel bir devrim” diye tanımlamış ve tüm dünyaya yayılmasını umut ettiğini yazmıştır. 1793’te Jakoben yanlıları tarafından kiliseye karşı başlatılan saldırılarda, rahipler katledilir. Dine karşı açık bir kampanyanın yürütüldüğü çok açıktır. Mezarlara, ‘Ölüm Sonsuz Bir Uykudur’ yazıları asılır, Adam Weishaupt’un ‘Aşk Tanrıçasının Kutsanması’ adlı şiiri örnek alınarak fahişeler tahta çıkarılmıştır.
1793 yılının sonlarına doğru, Jakobenler, sayıları yüz binlere ulaşan işsizlerle yüz yüze kalır. Devrimin önderleri, sonradan bütün diktatörlerin taklit edeceği yeni bir “terör” projesini uygulamaya geçirirler: Nüfus azaltılması.
Nüfuz azaltılması ile görevli Jakoben üyeleri, her kentte ne kadar insanı katledebileceklerini hesaplamaktadır. Devrim mahkemeleri sadece bir gecede binlerce insanı sebepsiz yere katleder.
21 Ocak 1793’te Kral XVI. Louis ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamı giyotinle idam edilmiştir.
Yalnızca 1793 ile 1794 yılları arasında Jakoben devrimci diktatörlüğü tarafından 18.000 ile 40.000 arasında kişi öldürüldüğü bilinir.
Bu resmi kayıtlara geçen rakamdır. Oysa biz biliyoruz ki gerçek, resmi kayıtlara geçenlerden her zaman fazladır.
İşte, bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan, dünyayı demokrasi ile tanıştırdığı söylenen, milliyetçilik ve ulus devlet anlayışını insanlığa armağan eden (!) devrimin gerçek ve iğrenç yüzü budur.
Fransa’da devrimden sonra ‘Cumhuriyet’ kurulur ve ‘ulus-devlet’ anlayışına geçilir. O döneme dek, Kral’ın hükümdarlığı altında en doğal haklarına sahip olan Fransa’daki yerel halklar da, Jakobenlerin baskı ve zulmüne uğrar, 20.yy’ın sonlarına kadar kendi dillerini konuşmaları yasaklanır. Kraliyet döneminde kardeşçe ve barış içerisinde yaşayan Fransızlar ve yerel halklar, ‘ulus-devlet’ sisteminde birbirine artık düşman kesilmiştir. Fransızların milliyetçi tutumunun altında, kendi haklarını talep eden yerel halklar arasında, pek çok çatışma yaşanmıştır ve tarih bunları kaydetmiştir.
Masonlar bu devrimin, Fransa’yla sınırlı kalmayacağını, evrensel bir mesaj olarak, krallık ve imparatorluk altındaki pek çok millete iletileceğini çok iyi bilmektedir. Bu mesajı alması gereken milletler elbette ki, Osmanlı Devleti yönetimi ve himayesi altında yaşayan milletlerdir. Öncelikle, Mason localarının titiz çalışmaları neticesinde Balkanlardaki milletlerin isyanı baş gösterir.
Masonlar, Osmanlı’nın üzerine Rusya’yı salarak, kaybedilen her savaşta Balkanlar’dan bir milletin bağımsızlığına kavuşmasını sağlamıştır.
Osmanlı zayıfladıkça, tüm bu isyanları kumanda eden güçlere minnet etmeye başlar.
O dönemde, Hindistan’daki Mason Müstemlekesine telgrafla selam edip, katliamlarını tebrik eden Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’yla hazırlanan ‘Tanzimat Fermanı’ ve yine bir mason olan Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa’nın padişaha hazırlattığı ‘Islahat Fermanı’ Osmanlı’nın çöküşünü engelleme amaçlı gibi görünse de esasta Masonların isteklerinin yerine getirileceğinin bir teminatıdır. Fakat
Masonlar daha fazlasını istemektedir: Meşrutiyet.
Meşrutiyet ise, Cumhuriyet’in kapısını açacaktır.
Abdülhamit, Kanun-i Esasiyle gelecek meşrutiyet rejimini kabul etmeyen amcasının, Midhat Paşa’nın emriyle suikaste kurban gidişine tanık olmuştur. Masonların, yönetim içerisinde nasıl lobileştiklerinin farkına varmıştır. Meşrutiyet isteğini mecburen kabul eder fakat ilk fırsatta, parlamentoyu fesheder, masonların kontrol ettiği, padişahlar aleyhine dahi kararlar almaktan çekinmeyen ‘Yıldız Mahkemeleri’ni tasviye eder, böylelikle Midhat Paşa, Abdülaziz suiskatinden sorumlu tutulur. İdamına karar verilmişken, Abdülhamit tarafından affedilir ve Hicaz’a sürgün edilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruluncaya dek geçen sürede, Abdülhamit, yönetim kadrosunu, hukuk ve orduyu masonlardan kısmen temizlemeyi başarmıştır.
17 Mayıs 1901 tarihinde siyonizmin kurucusu kabul edilen Theodor Herzl (oysa Hz. Süleyman’ın vefatından bu yana Kudüs’te bir ‘Süleyman Sarayı’ inşaa etme saplantısına sahip Yahudilerin ve Masonların ortak idealini dile getirmiştir sadece) Abdülhamit’ten, Filistin topraklarını istemiş ve isteği reddedilmiştir.
Şimdi, B planının devreye sokulma vaktidir.
Osmanlı toprakları üzerinde yeni bir fikir akımı kendini gösterecektir: Türk Milliyetçiliği.
Kendilerine İttihat ve Terakki diğer adıyla Jön Türk diyen bir cemiyet, Selanik’te, bir mason üstadı olan Enver Bey önderliğinde kurulur. Bünyesinde özellikle Selanikli güçlü devlet adamları ve askerleri barındıran cemiyetin bir üyesi de Mustafa Kemal Paşa’dır. Sık sık Edirnekapı’daki bir bağda bir araya gelip, ‘inciraltı toplantısı’ gerçekleştirirler. Tıpkı İtalyan Karbonari Mason Teşkilatı gibi hücreler halinde yapılanmaları mevcuttur. Meşhur mason ‘İbrahim Temo’ birinci hücrenin birinci üyesidir.
Theodor Herzl’in Abdülhamit ile görüşmesinden sadece birkaç sene sonra, İttahat ve Terakki, Niyazi Bey önderliğinde, Makedonya ve Selanik’te ayaklanma başlatır. Kanun-i Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasını aksi takdirde başkente baskın yapacaklarını, İstanbul’a yazılı bir beyanatla bildirirler.
Padişah’ın isteklerini yerine getirmemesi üzerine, İstanbul’a baskın düzenleyip, II. Meşrutiyeti ilan ederler. Acele bir seçim yapıp, kazanır ve parlamentoya girerler. Perde gerisinden ülkeyi yöneten esas güçler olmaları ve katı, despotik yönetimleri, halkı tedirgin eder, muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin öldürülerek susturulması sonucu, İstanbul’da büyük protesto gösterileri yapılır, Selanik’ten Hareket Ordusu çağıran İttihatçiler, gösterileri şiddetle bastırır. 31 Mart Olayı olarak tarihe geçen bu hadiseden Abdülhamit sorumlu tutulur ve İttihatçılar tarafından tahtan indirilir.
O’na indirildiği haberini getiren pek meşhur iki Yahudi vardır: Emanuel Karasu(Carosso), Esat Toptani.
Tarihçiler söyler ki, Abdülhamit’in tahtan indirilmesiyle, Yahudi gazeteciler sevinçle ‘İsrael’in önündeki en büyük engellerden birinin kalktığı’nı yazmışlardır.
(İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden bazı üyeler. Önde ortada, Mehmet Şevket Paşa, Abdülhamit’i tahtan indirilmesinde etkin rol oynayan, Harekat Ordusu’nun komutanı. Arkada soldan ikinci sırada görülen kişi, İsmet İnönü)
Artık Osmanlı, tamamen masonların kumandası altındadır.
İttihatçılar, Osmanlı’yı Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’na sokarak, topraklarının çoğunu –özellikle Filistin- kaybetmesine sebep olmuşlardır.
Theodor Herzl’in isteyip alamadığı topraklar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü bir himaye ve yönetimden mahrum bırakılmış, Yahudilerin tekrar o bölgede devlet kurmasına açık hale getirilmiştir.
İttihat ve Terakki için Mısırlı Dr. Fehmi Şinnâvî bakın ne diyor:
“Onlar Yahudiliğin Kabbala mektebinden ilham almaktadır. Bu ekolde temel sloganlar devrimcilik, ilerlemecilik, özgürlükçülüktür. Bu örgütlerin temel düsturları özgürlük, eşitlik, kardeşlik kelimeleridir. Yahudiler Fransız devriminde bu düsturları dile getirdiler. Ama kardeşlik derken amaçlan Yahudilerle iyi geçinilmesiydi. Eşitlik derken Yahudilere iyi davranılmasıydı. Özgürlük derken ise Yahudilere alabildiğince özgürlük verilmesiydi. Onlar kardeşlik, eşitlik ve özgürlük sözlerinin altında kendileri için gerekli olan şeyleri isterler. Kimsenin reddedemeyeceği bu sloganlara sığınarak beynelminel bir kimliğe ve bilince bürünmüşler; vatan ve kavim bilincinin üstünde yeni bir bilinç yaratmışlardır.”
Görevini tamamlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti kapanmıştır. Mustafa Kemal ve yandaşları çok geçmeden saltanat ve hilafeti kaldıracak yerine ulus-devlet modelinde cumhuriyet rejimini kuracaktır. Bununla amaçladıkları, entegre/birleşik bir İslam Devleti’nin kurulmasının tamamen önüne geçmektir.
Anadolu’yu ve yerel halkların yaşadığı coğrafyaları Türkleştirme, Türk olmayan halkları yok etme düşüncesinin zeminini ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyeti hazırlamış, bu cemiyetten beslenen Mustafa Kemal ve yandaşları, Cumhuriyeti bu ideolojik temel üzerine yapılandırmıştır.
Bu ‘türkleştirme’ hareketine kıyamda bulunacak olanlar ise şiddetli bir bastırma ile karşılaşmışlardır.
Bu iddiayı tarihten birkaç hadise ispatlar:
I.Dünya Savaşı devam ederken, yönetimi tamamen elinde tutan İttihatçılar, Kürtlere kıyım uygulamaya başlar. ‘Ermeniler geliyor’ söylemiyle Kürt halkını zorla iskan ettiren İttihatçılar, 700 bin civarındaki Kürt’ün yollarda telef olmasına sebep olur. Sarıkamış Cephesi’ne gönderilen 90 bin Kürt soğuktan donarak can verir. Tarihçiler bu olaya ‘hata’ der, oysa burada Enver Bey’in kirli politikası işlemiştir. Öyle ki şu sözü olayda doğrudan bir kasıt olduğunu doğrular niteliktedir: ‘İçerde bir Kürt tehdidi, dışardan gelebilecek bir Rus tehdidinden daha tehlikelidir.’
Kürtler, Enver Bey gibi İttihatçılar yüzünden I.Dünya Savaşı’nda yaklaşık 1,5 milyon kayıp vermiştir.
Cumhuriyetin kuruluş arefesinde tarihe geçen bir başka katliam Koçgiri. 1920’de Güney ve Doğu illerinden Kürt halkını tehcir kararı alan yönetim, Kürt halkını bu illeri terk etmeye zorlar fakat Kürt halkının direnişiyle karşılaşırlar. Sakallı Nurettin Paşa’nın komutasındaki bir birlik ve Topal Osman çetesi Koçgiri’de soykırıma girişir. Canlı tanıklarının anlattığına göre, binlerce insan göçe zorlanmış, direnenler ateşe verilmiş, halk, çocuk yaşlı demeden katledilmiştir.
1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde Kürtler, yeni rejimin hem ‘Türkleştirme’ politikasına hem de saltanat ve hilafetin kaldırılışına kıyam eder. Şeyh Sait ve 46 Kürt önder idam edildiğinde olay bununla sınırlı kalmayacaktır. Yeni rejimin Silahlı Kuvvetleri tarafından, Şeyh Sait’e destek çıkan sivil halka operasyonlar düzenlenir ve on binlerce insan katledilir. Şeyh Sait’in torunu Muhammed Kasım Fırat, sadece bir günde 80 bine varan sivil halkın katledildiğini, Darahani (Genç) ilçesinde koca Zıkti aşiretinin toplu mezarlarının olduğunu belirtmiştir.
Tabii İstiklal Mahkemelerini de unutmamak gerekir. Bu belge, tek suçu ‘Türk doğmamak’ olan nice insanları asan zihniyetin, milliyetçiliğin, ne iğrenç ve adi bir zihniyet oluşunu çok iyi ifadelendirir:
“Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür.
Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür.
Ahmet Süreyya Örgeevren, 1960’larda Dünya gazetesinde yayınlanan hatıratında, duruşmalar esnasında yaşanan ilginç ve trajik olaylara yer veriyor.
Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hakimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler.
Mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericidir: ‘Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına…’
‘Hemen o gece çocuğu götürüp astılar’ diyor.
Başsavcı, daha sonra bu olayın etkisinden kurtulamadığını anlatıyor: ‘Dağkapı’da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni bıraktın beni idam ettirdin? ‘diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm.
Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hakim arkadaşlara dedim ki, ‘Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm Diyarbakırlıları, hatta tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.’ Rüyada başıma gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve öteki hakimler, ‘Sen karışma, bu bizim işimizdir’ dediler. Ben de savcılığımı ileri sürdüm, aramızda münakaşa, ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara’ya bildirdik. Bir hafta sonra şu telgrafı aldım:
Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı:
‘Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyyen ezilmesidir. Hakim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.’
Başvekil
İsmet İnönü “
(Rejimin şakşakçılığını yapan Cumhuriyet gazetesinin, katliama ilişkin manşeti. Öte yandan rejimin soykırım faaliyetlerini biraz olsun eleştiren veya eleştirebilir olarak görülen gazete ve dergiler bir bir kapatılmıştır. Birkaç sene içerisinde kapatılan gazete ve dergilerin sayısı 238’e ulaşacaktır.)
1930 yılının Temmuz’unda Van’ın Erciş ilçesindeki bir köy, yeni rejimin, ‘Türkleştirme’ politikasına kıyam durunca, Mustafa Kemal’in emriyle bu bölgede büyük bir kıyım gerçekleştirilir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu kıyım için yaklaşık 80 uçak kullanmıştır.
16 Temmuz 1930 Cumhuriyet Gazetesi yayına göre 15 bin kişi, bizzat bu hadiseye tanık olan Kürt yazar Hesen Hîşyar Serdî’ye göre 47 bin kişi, Berliner Tageblatt gazetesine bildirdiğine göre ise 220 köy imha edilmiş, 4,5 bin sadece kadın ve çocuk katledilmiştir.
Cumhuriyet gazetesi 16 Temmuz 1930 tarihinde bu olayı “Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.” şeklinde duyurmuştur.
31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet gazetesinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün demeci yayımlanır: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
20 Mart 1937’den başlayıp, Aralık 1938’e dek süren Dersim Katliamları, Dersim halkının Osmanlı’nın kendilerine zamanında tanımış olduğu özerkliği, yeni rejimden talep etmesi üzerine Mustafa Kemal’in emriyle, gerçekleşmiştir. Havadan harekat yapılarak bölgeye toplamda üç kez bombardıman edilmiştir. Sadece isyancılara değil sivil halka da doğrudan ateş açıldığı ve zehirli gaz kullanıldığı dönemin Köroğlu isimli gazetesinde dile getirildiyse de gazete alelacele kapatılmıştır.
Bilanço ağırdır, 6 bin isyancı, 40 bin’e yakın sivil bu bombardımanlarda hayatını kaybetmiştir. Resmi kayıtların dışında öldürülenlerin çok daha fazla olduğu iddiaları mevcuttur. Sadece Munzur Çayı’nda 50 bin insanın öldürüldüğü söylenir.
29 Haziran 1938’deki Millet Meclisi toplantısında Celal Bayar’ın yapmış olduğu konuşma soykırımın boyutunu açıkça ortaya koyar: ‘Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır.’
Tüm bu hadiseler Kürt halkının devlete ve vatanına bağlılığında birer kırılma noktası olmuş, rejimin sonradan da çok kere uygulayacağı kontrgerilla operasyonları, Jitem’in faaliyetleri, 1980 darbesinde Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanlar, Pkk’nin, bizzat rejimin kendisi tarafından kurulup, Güney ve Doğu illerine salınması gibi olaylar artık ciddi bir ‘Kürt Sorunu’nun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Şimdi, durup bir düşünelim, İttihat ve Terakki dönemi, Cumhuriyet dönemi ve 2000’li yıllara dek süren, yerel halklara, özellikle Kürtlere uygulanan jenosit politikası, rejimin ‘Türk milliyetçiliği’ anlayışından mı ileri geliyor gerçekten?
İttihat ve Terakki üyelerinin birçoğunun Yunan, Arnavut ve Makedon olduğunu biliyor muydunuz?
Bir Selanik Yahudisi ve Selanik hahambaşısı olan, Lozan’da ne diye İsmet İnönü’nün danışmanı olduğu bilinmeyen, Kurtuluş Savaşı döneminde Arapları ‘Türkler hilafeti kaldırıyor’ diyerek provoke eden, Osmanlı’dan kalma hazineleri İsviçre’ye kaçırıp Yahudilere ait bankalarda koruma altına alan ve bir kısmını Koç’ların zenginleşmesi adına kullanan Haim Nahum nasıl olur da Türkçü olur?
Yine Yunanistanlı Moiz Kohen diğer adıyla Munis Tekinalp, safkan Yahudi olmasına rağmen niçin Türkçülük davası gütmüştür? Kitaplarının genelinde neden ‘Kahr Olsun Şeriat’ çığırtkanlığı yapmıştır?
Moiz Kohen gibi pek çok Türkçü yazarın Şamanizm ve Paganizmle Türklüğü özdeşleştirme gayretinin altında ne yatmaktadır?
İttihat ve Terakki’nin önderi Enver Bey bir Makedon’dur, Esat Toptani bir Arnavut. Ve daha niceleri, içlerinden Türk olanı saymak bu kadar zordur fakat hepsi de Türkçülüğü savunmuşlardır. Ya Mustafa Kemal? …
Peki neden?
Mısırlı araştırmacı-yazar Fehmi Şinnavi’nin dediği gibi, onlar milliyetçilikten bahsederken, Yahudi milliyetçiliğini kastederler. O ‘izm’ kendilerinin dışında, toplumların arasını açmak, birlik ve beraberliğini parçalamak, kardeşçe yaşayanlar arasına husumet sokmak için vardır.
İlk milliyetçi, İblis’tir. Masonların, Fransız Devrim’iyle insanlığa bir bela olarak takdim ettiği ‘milliyetçilik’ İblis’in öğretisinden başka bir şey değildir.
Ulus-devlet modeli ise ‘milliyetçilik’ gibi İblis işi bir fikir üzerine inşaa edilmiş saçmalığın tekidir.
Adil ve hak olan yönetim biçimi, hiçbir milletin bir başka millete hükmetmeyeceği, zulmetmeyeceği, ‘kendileştirme’ye çalışmayacağı, güç geçirmeyeceği bir yönetim biçimidir. Osmanlı Devleti’nin, değil himayesinde bulundurduğu milletlere, en ufak bir mahalle halkına dahi güç geçirmediği, her milleti, kendi yaşam biçimi ve kararlarıyla baş başa bıraktığı bilinir.
Osmanlı döneminde Kürtlerin yaşadığı beldeler sizce hangi adla anılırdı? : Kürdistan.
Oysa bugün Osmanlıcı geçinenlerin dahi bu sözü işitmeye tahammülü yoktur.
‘Türk-Kürt kardeştir’ diyenlere, Kürtlerin haklı taleplerinden bahsettiğinizde, kardeşlik bitecektir.
Çünkü Türk halkı da bu milli ‘izm’le zehirlenmiştir.
Bu rejim daha doğrusu bu rejim aracılığıyla Masonlar ve Yahudiler neden en çok Kürtlere saldırıyor diye soracak olursanız, bunun yanıtını İsrael’in sınırlarını çizerken Theodor Herzl zaten vermiştir:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na.” (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)
Kapadokya bölümünün altında hangi bölge yer alıyor?: Kürdistan
Burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır, şunu söyleyebilirsiniz: ‘Kürtlerin talepleri yerine geldiğinde, İsrael o bölgeyi kapacak ve arz-ı mevud’u tamamlayacaktır. ‘
Bu çıkarımın mantıklı olması haklı olduğu anlamına gelmez. İsrael’in o bölgede çıkarlarının oluşu, hakkın yerine gelmesi gerektiğinin önüne geçemez.
Eğer Türkler, Türk fanatizmini bırakıp, Osmanlı benzeri İsrael’in ‘Vaadedilmiş Topraklar’ına karşı duran, entegre/birleşik bir İslam devleti kurma yoluna giderse, işte o vakit, hak yerini bulacaktır.
İşte o zaman ‘Türk-Kürt kardeştir’ söylemlerinin samimiyeti ortaya konulacaktır.
Cumhuriyet yahut monarşi yönetimi ise ayrı bir tartışma doğurur.
Cumhuriyet, Fransa’da ‘ulus-devlet’ anlayışı benimsendiğinde Masonlar tarafından zorunlu olarak ortaya çıkarılmıştır. Başka bir alternatifin düşünülmemiş olması, elbette planlarına uymayacağı içindir.
Masonlar eliyle yönetilen isyan, Kral’a karşı değil rejime karşı olmak zorunda kalmıştır.
Oysa, Kral’ı halk seçmez ve tüm sorumluluğu üzerinde taşır.
Cumhuriyet’te yöneticiyi halk seçer, ortaya çıkabilecek herhangi bir sorunun sorumlusu da halk olacaktır.
Kral halka baskı yapabilir, zulmedebilir.
Cumhuriyet’te, yönetici adayları red edemeyeceğiniz slogan ve vaatlerle karşınıza geçip, kendilerini yönetici seçtirebilir, fakat başınıza geçer geçmez bu vaatlerin hepsini unutabilir üstelik anayasal hakkı gereği birkaç sene orada kalacak ve siz O’na katlanmak zorunda kalacaksınızdır.
Üstelik Cumhuriyet, Masonların müdahalesine bir monarşi yönetiminden çok daha fazla açıktır.
Ben Kralcı değilim, Cumhuriyetçi de değilim, fakat izahına çalıştığım şey, ikisi arasında aptal birkaç detaydan başka bir şey olmadığıdır.
Tıpkı Fransa’da olduğu gibi rejimlere olan isyan, yersiz ve ahmakçadır.
Önemli olan yöneticilerin nasıl seçildiği değil, yöneticilerin kim olduğudur!
Bu açıdan tarihteki, rejimi değiştirme ahmaklığına bulaşmayıp, zalim Kral ve yöneticilerine karşı gerçekleştirilen isyanları, başkaldırıları, bir Fransız Devrimi’nin insanlığa sunduğu mesajdan, daha dürüst, daha akıllı ve daha mert bulurum.
Sözün kısası,
Dünyanın neresinde olursa olsun, özellikle kendisini medeniyetin ve demokrasinin beşiği olarak dünyaya servis eden Avrupa ve Türkiye’yi aynı ‘milliyetçi’ düstur üzerine kuran rejimin, halkına karşı yaptığı her türlü zulmü, tarih hafızasına kaydetmiştir.
Ve insanlık, ancak bünyesindeki ‘izm’ zehirini kustuğu vakit, bu zalimlerin, karşısına dikilebilecek, vicdanı özgür, aklı özgür bir halde iken, onlarla mücadele edecek ve galip gelebilecektir.
Aksine, milliyetçilik ve diğer tüm izm’ler yok edilmedikçe, insanlık, kardeşçe ve özgür yaşamanın ne olduğunu asla öğrenemeyecektir.
Gül Yardımcıoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder