17 Ekim 2014 Cuma

Peygamberimizin Hz. Ebubekir'e öğrettiği dua


Allah'ım, Peygamberin Muhammed, dostun İbrahim, sırdaşın Musa, kelime ve ruhundan olan İsa hürmetine, Musa'ya inen Tevrat, İsa'ya inen İncil, Davut'a inen Zebur, Muhammed (s.a.v.)'e inen Kur'an hürmetine, Bütün peygamberlerine indirdiğin vahiy hürmetine, Mahlûkatın üzerindeki kaza ve takdirin, senden isteyenlere verdiklerin; fakir ettiğin zenginler, zengin ettiğin fakirler, hidayete ulaştırdığın kimseler hürmetine, Kur'an-ı Kerim'de olan Samed, Ehad ve Tahir isimlerin hürmetine, Gündüzleri aydınlatıp geceleri karartan ismin hürmetine, Azamet ve kibriyan ve Zatı'nın nuru hürmetine, Senin kuvvet ve kudretinle Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlamamı ve bütün hareketlerimi ona uydurmamı senden dilerim.

 Güç ve kuvvet ancak sendendir. Ey merhametlilerin en merhametlisi!

BİR AYET
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe-istiğfar ederler.
Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. ( Ali İmran 135 )

BİR HADİS
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir, bilakis zenginlik göz tokluğuyladır." (Buhari)


HZ. EBUBEKİR SIDDIK(R.anh)

Ümmül Hayır doğurduğu çocukların hiçbirinden “anne” sözü işitmeden toprağa vermenin acısını yüreğinde hissediyordu hep. Bu sefer yeni doğan çocuğunu yaşatmak adına Hacer’ül Esved’e karşı ince bir yakarışla; Allah'ım! O’nu ölümden atik eyle (azad et), onu bana bağışla diye dua eder içten içe. Atik sözü sihirli bir tılsım misali imdadına yetişmişti sanki. Hakeza bu kelime kendisine ilk defa “anneciğim” sözünü duymasına vesile olur da. O büyük yaşlara geldiğinde bile Atik olarak anıldı. Zaten onun çocukluğu da bir hoştu, öyle ki çocuk yaşta yetişmiş bir insan gibi davranıyordu. Bu yüzden arkadaşları onu Ebubekir künyesi ile andılar hep. Gençliği ise pazar pazar dolaşarak geçti, derken bu pazarlar sayesinde ticarette alması gereken yerini alır da.
Ta çocuk yaşta Muhammed b. Abdullah ile yakın bir arkadaşlık bağı kurmuştu. Belli ki; aralarında Kalu- bela’dan beri yazılmış bir bağ vardı. Diğer çocukluk arkadaşları arasında sadece samimi arkadaş olarak onu tercih etti hep, hatta zaman zaman ortaklaşa beraber ticarette yaptılar.

Cahiliye yaşantılarının hiçbirini yaşamamıştı, ne bir puta tapmış, ne de bir damla olsun ağzına içki almış, yani bir temiz bir hayat tarzına sahipti.

Baba ve anne karar verdi oğlunu evlendirmeye, zira evlenir de. Derken bu evlilikten Abdullah isminde çocuğu olur. İkinci evliliğinde ise ilerisinde Peygamber eşi olacak Aişe doğar.

Hira dağında oku emrini Peygamber dilinden dinleyince tereddütsüz iman etti, derhal dini tebliğ için işe koyulup; sırasıyla Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Bilal b. Ebi Rebah, Halid b. Said gibi daha nicelerin Müslüman olmasına vesile oldu.

Din uğruna işkence gören Bilal-i Habeş-i sahibinden satın alıp hürriyetine kavuşturan odur. Meğer annesinin doğduğunda ona Atik demesi boşa değilmiş. Çünkü Atik azad etmek demekti. Yani o her feryadı işittiğinde Atikliğin gereğini yapmaktan geri durmayan merhamet abidesiydi.

Allah Resulü Mescid-i Haram’da namaz kılarken boğazına doladıkları izharı görür görmez müdahale etmesinin akabinde onu sille tokat bayıltırlar, ama ilginçtir uyandığında ilk sözü: O’na bir şey oldu mu sorusu olmuştur. Bu söz dostun derdiyle dertlenmenin nasıl bir şey olduğunun bir göstergesidir. Anlaşılan O önce canan, sonra can diyebilecek bir karaktere sahip sadık bir dosttur. İşte zikredilen bu sadık sözler hemen etkisini gösterir de. Nitekim Allah Resulü’ne ölümüne derin sevginin varlığını sezen annesi onun sadık duruşu karşısında Müslüman olur da. Derken ayılır ayılmaz hemen annesinin Müslüman olduğunu huzurda Habibullah’a bildirmenin heyecanını paylaşacaktır.

Allah Resulü Miraç’a seyrüsefer eylediğini anlattığın da, müşrikler derhal Ebubekir’e koştular;

— Ya Ebubekir! Senin arkadaşın bir gecede Mekke’den Mescidi Aksa’ya, oradan göklere çıktığını, yeniden buraya döndüğünü söylüyor.

Ebubekir hiç düşünmeden:

— O ne diyorsa doğrudur. Yani; “Saddak” der

Bundan böyle onun bu teslimiyet örneğinden dolayı Allah Resulü tarafından ona Ebubekir Sıddık denilecektir. O artık bundan böyle sahabe arasında Sıddıkıyetmakamında tek örnektir. Öyle ki; ashabın arasında Allah Resulüne mağara arkadaşı olma şerefi de ona nasip olur. Böylece kişi sevdiği ile beraberdir hükmün ilk seçilmişliği böyle tescillenmiş olur.

İki can yoldaş Hicret için yola koyulmuş, üç gün mağarada beraber baş başa kalıp Medine'ye yol alacakları sırada bir atlı süvarinin arkadan yetişeceği sırada ani bir refleksle Allah Resulünü uyarma ve haber verme şerefi de yine ona ait bir zişan olarak kalır. Netice malum; Süraka atı ile birlikte kumlara üç kez gömülüp amacına ulaşamayacaktır.

Mekke de kızı Aişeyi nişanlayıp Medine de nikâhının kıyıldığını tatma şerefi de ona ait bir duygu seli.

Bedir savaşı sonrası esirlerin öldürülmesi gerektiğini söyleyen arkadaşlarının tam tersine, onlardan fidye alınması fikrini dahiyanece ortaya koyup tasdikini sağlayan ilk diplomat tavrı da ona has bir meziyet.

Allah'ın Resulü vefatına yakın hastalığından dolayı mescide gidemez olmuştu, yerine Ebubekir kıldırsın emri gereği hastalık süresince on yedi vakit namaz kıldırma şerefi de ona has bir zişan.

Habib-i Huda'nın vefatıyla ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ hükmünden hareketle sadece; Allah bakidir ifadesiyle Hz. Ömer’in; ‘Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum’ celalli sözlerin önüne geçmeyi başaracak metanet örneği sergileyebilen can yürektir o. Dahası var. Şöyle ki; Allah Resulünün vefatının ilk şokunu atlatan birkaç Hazrecli kendi aralarında yangından mal kaçırırcasına ‘Kim halife olacak’ sorusu yerine ‘Halife hangi kabileden’ sorusunu gündeme getirmişler, derken meseleyi Ensar mı olsun, Muhacir mi olsun eksenine kaydırmışlar. Hatta bununla da kalmamışlar Sa’d’ı hasta yatağından kaldırıp ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi budur’ diyebilecek düşünceyi hayata geçirmeye teşebbüs etmişlerdir. Neyse ki tam bu sırada Hz. Ömer devreye girip;

— Ey Ebubekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun, o halde bu konuda halife olman gereken sensin elbet, bu görev sana layıktır deyip, her kesin gözü önünde elinden tutup biat etmiştir. Derken ardından Muhacir, Ensar ve her kabile itaatlerini bildiren sözlerle biat halkasına dâhil olurlar. Böylece biat yemini eşliğinde Müslümanların ilk halifesi olma unvanına hak kazanır.

Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin asıl nedeni kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğunun varlığının söz konusu olmasıdır. Nasıl ki Araplarda Kureyş ne ise, Türklerde de Oğuz boyu odur. Dolayısıyla her iki boyda tarihte üstlendikleri misyon itibarıyla çok büyük öneme haizdirler. Her iki kabile de tarihin akışına yön veren kilit taşlarıdır. Zira Peygamberimizin ardından ilk halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına iyi olmuştur, başka kabileden olsa idi, belki de tarih boyunca önüne geçilmez yaralar, dağılmalar ve isyanlar biranda alevlenebilirdi

Bir yandan biat merasimi yapılırken, Hz. Ali (k.v) ise Efendimizin o mübarek bedenini yıkayıp kefenliyordu. Kefenleme işlemlerinin akabinde, bu seferde Efendimizin nereye defnedileceği tartışmaları başlar. Neyse ki Hz. Ebubekir Sıddık (r.anh) Rasulullah’ın ağzından çıkan; “Peygamberler son nefeslerini verdikleri yerde defnedildikleri...” hadisi şerifin ilk şahidi olarak oradakilere aktarıp meseleyi bir çırpıda halledivermiştir. Böylece Efendimiz (s.a.v) Hz. Aişe’nin odasında defnine karar kılınır. İşte şimdi orası o günden bugüne hem mescit, hem kabirdir. Kelimenin tam anlamıyla her ikisi bir ara da Mescidi Nebeviyedir.

Halife olarak ilk iş; Rasulullah’ın hasta yatağında iken Usame komutasındaki ordunun sefere çıkmasını emredip, fakat Efendimizin vefat haberiyle biranda dağılan orduyu toparlayıp yeniden sefere kaldırmak olmuştur. Sefer dönüşü anlaşıldı ki ordunun başına genç yaşta Usame’nin komutan tayin edilmesi boşa değilmiş. Çünkü o hakkıyla görevini ifa etmenin yanı sıra Rasulullah’ın komutanlık konusunda ne kadar dâhiyane isabetli bir karar aldığını gözler önüne serilmesine vesile olmuştur.

Hz. Ebubekir'in halife sıfatıyla ikinci önemli yaptığı icraat ise Rasulullah’ın vefatıyla bir kısım kabilelerin irtidat (dinden dönme) eylemlerine karşı sessiz kalmaması ve zekât vermemekte direnenlere karşı da birlik ve dirliğin gereği bastırmak olmuştur. Nitekim Hz. Ebubekir’in dinden dönenlere ilk zaferi Halid b. Velid komutasında Tuleyha’nın ordusunu mağlup etmesiyle gerçekleşir. Her şeyden daha önemlisi İkrime (Ebu Cehil’in oğlu) komutasında peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime Kezzab’ın defterini dürmesidir.

Diğer bir başka önemli icraatı ise kabileleri itaat altına almak için uzak diyarlara tayin edilen emirlerin gidecekleri yerlerin belirlenmesidir. Mesela bunlardan;

— Muhacir b. Ebi Ümeyye Arv kabilesine,

—Halid b. Said Şam tarafına,

—Amr b. As Kudaa’ya,

—Huzeyfe b. MihsanDeba’ya,

—Arfece b. Herseme Mehre’ye,

— Şürahbil b. Haseme İkrime’nin yardımına,

— Ma’n b.HacizSüleym ve Hevazin tarafına,

—Süveyd b. Mukarrın Yemen taraflarında Tihame’ye,

— Ala b. El- Hadrami Bahreyn’e görevlendirilir. Derken dinden dönenlerin başvurdukları eylemler ve zekât vermemekte direnenlerin direnişleri bastırılmış oldu. Aynı zamanda huzuru bozmak isteyen kabilelerin hevesleri kursaklarında kalmış olur nihayet. Peki ya emirler! Onlar malum; irtidat hareketlerine geçit vermemekle ün salıp, vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmenin sevinciyle kendilerini Asrı Saadetin altın sayfalarına yazdıran kahramanlar olarak anılacaklardır.

Huzur sağlandıktan sonra şimdi sıra ahkâma gelmiştir. Şöyle ki; Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebubekir’in döneminde Fatiha süresinden başlayarak tertip üzere kitap haline getirilip adına Mushaf denilen sürece girilmiştir. Mushaf'ın gerçekleşmesi için ilk evvela mescidin yanında bir yer ayrılmış, sonra Resulullah (s.a.v) her kime ayeti kerime yazdırmışsa şahitleri ile beraber davet edilmiştir. Böylece yediden yetmişe her kimde ne varsa taşlara, hurma liflerine, kemiklere, derilere, kâğıtlara işlenmiş ayetler kayıt altına alınması için seferber olmuşlardır. Dolayısıyla en başta Hz. Ömer, Hz. Ebubekir olmak üzere Hz. Zeyd b. Sabit ve emeği geçen diğer tüm Ashabı Güzin, Tabiin ve sonrası Ümmet-i Muhammedin tüm âlimlerine bu hizmetlerinden dolayı şükran borçluyuz.

Hz. Ebubekir bundan sonra İslam’ın hoş sedasını tüm cihana duyurmak için gözünü komşu ülkelerin sınır boylarına dikip derhal harekete geçer de. Nitekim Suriye, Şam, Irak, İran taraflarına görevlendirdiği Halid b. Velid emir komutası altında ordu sayesinde üst üste zaferler elde edilir. Böylece o güzel komutan Allah’ın kılıcı anlamında Seyfullah lakabına mazhar olur. Öyle ki o, bu savaşlarda İran Şahı Hürmüz, Ma’kıl gibi nice komutanların başlarını devirmiş, Cabani gibilerin haddini bildirmiş, aynı zamanda Suriye’de Peygamber davetini alıp fakat tereddütte kalan Herakliyüs’in görevlendirdiği Romanos'u bile önünde diz çöktürmüş bir komutandır.

Hz. Ebubekir iki yıllık hilafetinin sonuna geldiğinde Umre yapıp hatıralarını tazeler, ama Cemaziyelahır ayının yedisine rastlayan pazartesi gününün o kuru ayazında aldığı gusül abdestinin ardından kendisini şiddetli bir titreme tutar. İşte bu titreyiş ötelere gidişin ilk habercisi gibiydi. Şöyle ki; titreme ateşe dönüşünce yerine namaz için imamete Hz. Ömer’in geçmesini münasip görür. Tabi bu arada vücudu günden güne erimeye başlayınca hasta ziyaretine gelenleri kabul eder de. Onu aslında sağlığından ziyade kendinden sonra ümmete çobanlık yapacak olan düşündürüyordu. Dolayısıyla gönlünden hep Hz. Ömer geçiyordu. Hatta bu düşüncesini Abdurrahman b. Avfan'a, Hz. Osman’a, Muhacir ve Ensar’dan görüşüne itimat ettiği birkaç insana açar da. Malum istişare sonucu bu düşünce olumlu karşılık bulur. Derken Hz. Ebubekir Sıddık (r.anh) hasta yatağında bile Hz. Osman’a; “Benden sonra Hz. Ömer’i halife olarak bırakmış bulunuyorum” vasiyetini yazdırıp ahitnamenin mühürlenmesini emreyler. Hz. Osman öyle de yapar. Zaten dışarı çıktığında “Mühürlü ahitname de yazılı şahsa biat ediyor musunuz” sorusunu halka yönelttiğinde hiç kimseden itiraz sesi çıkmayınca biat sözü alınmış olundu.

Artık bu noktadan sonra Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in tavsiyesiyle ve sahabenin biat etmesiyle İkinci halifedir.

Hz. Ebubekir Hakka yürümek üzere iken odası sevenlerle dolup taştı hep. O artık son nefesini verdiğinde çok sevdiği Rasulüllah’ın kabri Şerifinin yanına defnedilip Mescidi Nebevide yerini alacaktır.

Bu arada Halid b. Velid, Suriye’nin mühim ticari merkezlerini fethettikten sonra Busra’ya, oradan Yermuk’a hareket etti. Öyle ki; Yermuk’ta üç bin şehit vererek kazandığı zaferinin ardından sır gibi sakladığı mektubu Ebu Ubeyde’ye verip şöyle der:

— Mektupta Hz. Ebubekir’in vefat ettiği ve onun yerine Hz. Ömer’in geçtiğini, yeni halifenin seni komutan olarak atadığını bildiren vasiyet olduğunu, bugüne kadar sır gibi saklamanın sebebi; Yermük savaşının sekteye uğramaması içindi.

Böylece emaneti teslim edip, ona görevi devretmenin ardından;

— Artık bundan böyle komutan sen, ben ise emrinde neferim deyip erdemlik örneği sergiler.

Hakikaten Halid b. Velid zaferlerine zafer katarak kendisine bu sancağı veren Hz. Ebubekir’in gözü arkada kalmayacak şekilde bu dünyadan uğurlamış olur. Sıddık'ı Ekber artık Mescid-i Nebevide dostunun yanındadır. Zira Onlar tıpkı dünyada beraber oldukları gibi kabir ve ahiret âleminde de beraberlerdir. Ki, bizim buna inancımız tam.

Hâsıl-ı kelam O'nun sessiz zaferleri gibi iç hayatı da sessizdi. Bu yüzden Haf-i zikrin piridir o. Derken o da her fani gibi Can dostundan talim eylediği ve kalbine işlediği zikrini sevenlerine emanet edip, kelebek misali Hakka yürür.

1 yorum: